Paylaş
İzlediklerimiz bugüne kadar gelebilmiş olanlar. Gelemeyenler, kaybolan ve arşivlerde yananların sayısını ise kimse bilmiyor.
Belli bir dönem neden sadece “etliye sütlüye dokunmayan aşk filmi” izledi Türkiye?
Sansürle boğuştuğumuz bugünlerde, biraz hafıza tazelemek lazım.
Büyük bir özlem, mutluluk ve sevgiyle izlediğimiz bu güzel romantik filmlerin çıkış noktası hayli hazin.
Şubat ayında İF’te gösterilen “Motör: Türk Sineması ve Kopya Kültürü” isimli belgeselde, dönemin en çok iş yapan yönetmenleri uzun uzun anlatıyordu bu durumu.
Neden yönetmenler sadece aşk filmi çekti bir dönem?
Cevabı tek kelime: Sansür.
Bir filmde devlet mekanizmalarını eleştirmenin imkanı bulunmadığı gibi, kurulun en ilgisiz görüntü ve konuşmaları bile sansürlediğini anlatıyorlardı yönetmenler. Herhangi bir biçimde toplumsal meseleleri konu eden filmler sansür kurulundan geri dönüyor, filmi çeken yönetmenin, oyuncuların, set çalışanların emekleri hiçe sayılıyor, bilhassa yönetmenler parasız kalıyor...
Yönetmenler tek çareyi etliye sütlüye, suya sabuna dokunmayan romantik aşk filmlerinde buluyorlar. Bu filmler özellikle Anadolu’daki bahçe sinemalarında büyük ilgi görüyor.
Bir kere değil, üç kere, beş kere gidiliyor aynı filmlere, mendiller ıslatılıyor, gözyaşları sel oluyor.
Yönetmenler ekmeklerinin, yaşayabilmenin derdinde. Film çekmek zorundalar, işleri bu, fakat sadece belirli bir tür film çektiklerinde hayatlarını sürdürebiliyorlar.
Sansürün sıcak nefesi her an enselerinde.
Bırakın siyasi ve toplumsal meseleleri, “Türk doktoru böyle giyinmez”, “Türk polisi böyle konuşmaz”, “Buğdayların sapını kısa göstermek suretiyle ülkemizi kötü gösterdin” derecesinde sansür tehdidi ile karşı karşıyalar.
“Düşünebiliyor musunuz?” diye soracağım fakat kadın bedeni figürlü abajurun memesinin buzlandığı günümüz Türkiye’sinde geçmişe dair böyle hikayelere şaşırmak pek mümkün değil.
Tarih kendini tekrar ediyor, insanlar, manzara değişiyor fakat bazı konular sadece şekil değiştiriyor, özü aynı kalıyor.
Bu daha başlangıç
İstanbul Film Festivali’nde olanları düşünecek olursak, eğer sansür konusunda sesimizi çıkarmazsak sadece bugünün dayatılan sözde ahlakına, devlet idaresinde olan kişilerin menfaatlerinin doğrultusundaki filmlerin yapımına ve gösterimine müsaade edileceği günlere doğru ilerleyeceğiz.
60’larda, yönetmenleri aç bırakarak ve sadece belirli tür “tehlikesiz” filmlere müsaade ederek uygulanan “halk uyutma” mekanizması, bugün TV’le zaten ziyadesiyle başarılıyor.
Etliye sütlüye dokunmayan dramalar ise reality show izlemek istemeyenlerin diğer seçeneği. 60’larda bahçe sinemalarına doluşup aynı filmi yedi kere izleyip yedi kere ağlayan, bu esnada Türkiye’de olup bitenden özellikle haberdar olmamalarını sağlayan sistemin içinde yuvarlanıp giden insanların yaşadığı Türkiye’den pek farklı değil durum. Sansür işleri biraz daha artarsa, elimizde ne sinema kalacak, ne sanat kalacak, ne o sanatı icra edecek bir platform kalacak...
Atatürk Kültür Merkezi’nin özellikle hizmete açılmaması, abajurun memesine, Einstein’ın piposuna buzlama gibi sözde toplumun faydası için alınan önlemler, veya “Siyasi yönden işe gelmeyen belgesel sansürü” daha başlangıç.
Paylaş