Paylaş
Bir kahraman var, o kahraman bir yerlere gitmeye çalışıyor ve önüne durmadan yeni engeller çıkıyor. Birini çözüyor, diğerine geliyor sıra.
Esas büyük “derdini” çözene kadar da o hikaye bitmiyor. Küçük engelleri çözmek, büyük maceranın yan hikayeleri, tatlı sosları oluyor.
Küçük, büyük, tüm engelleri aşmaya çalışırken geçen zamana da “hayat hikayesi” diyoruz.
Bu hikayede, o hikayenin geçtiği vahşi dünyada, insanın kendini başkalarına olduğu gibi göstermesi bazen zor.
Kısa sürede kendini anlatabilmek, karşısındakine kişiliğiyle ilgili ana hatları doğru sunabilmek için kısa yollara başvurabiliyor insan.
Tabii “Ben şöyle bir insanım” demek ne kadar önemli? Başkalarının o çoğu zaman önyargılı, hiçbir dayanağı olmayan düşüncelerine ne kadar değer veriyoruz?
Hayatımızı, düşüncelerimizi onların sözlerine göre mi şekillendiriyoruz?
Yoksa içimizden gelen, durduramadığımız sese, kim ne derse desin kulak mı veriyoruz?
Peki sürekli kendini anlatmak için içinde durdurulamaz bir dürtü olan insanlar bunu neden yapıyor? Neden bir konu konuşurken laf hep ona, onun hayattaki seçimlerine ve kendi karakter özelliklerine geliyor?
Veya kendini olduğu halden tamamen uzakta, hayal ettiği insan gibi anlatanlar, bunu neden yapıyor? Karşısındakinin enerjisini neden çalıyorlar, iyi niyetini neden suistimal ediyorlar?
Çoğu insanın iki kişiliği var aslında. Birisi dış dünyaya gösterdiği, içindeki boşluğun, travmaların getirdiği izlerin, yaralarının üzerini örttüğü hali...
Diğeri ise en yakınlarına açtığı, bazen kendi kendine hesaplaşma yaptığı “Photoshop’suz” hali.
Bu ikilikte bir anormallik yok ancak kendinizi başkalarına anlattığınız halinizle gerçek halinizin benzerliği, sizin ne kadar gerçekçi olduğunuzu gösteriyor.
Yazar Elaine Fox, “Rainy Brain, Sunny Brain” isimli kitabında, optimizmin ancak gerçekçilikle birlikte var olduğunda güzel bir hayat inşa etmeye yaradığını söyler. Yani optimizm, dünyaya pembe gözlüklerle bakmak değil. Aksine “kendi gerçekliklerinden”, yani hayal dünyasından bakanlar, en büyük hayal kırıklıklarıyla karşılaşıyorlar.
Travmasız insan=YOK
Bakın ne acayip şey, hayat mücadelesi yaşamayan, içinde zaman zaman boşluk hissetmeyen, çocukken/büyürken travma yaşamayan insan yok.
Mükemmel, dertsiz, sorunsuz, travmasız insan Y-O-K. Bu boşluk, haliyle yayıncılık sektöründe kocaman bir alan açıyor. Onun da adı “kişisel gelişim”.
Kişisel gelişim kitapları, hep açık edilmeden okunur. Sanki başkaları kitabın kapağını görse “Hmm, demek ki SORUNLU bir insan” diyecektir, yargılayacaktır kitabı elinde tutanı.
Bundan 12-13 sene önce iş yolunda serviste Alain de Botton’ın Statü Endişesi kitabını okurken başka dergideki bir çalışma arkadaşım “Demek sana patronun böyle hissettiriyor” demişti. Kitabın içeriğini bilmiyordu belli ki, hem kitabı, hem beni hem de patronumu önyargı kurbanı etmişti bir cümleyle.
Bugünkü kişisel gelişim kitapları algısı, bundan ötede şüphesiz. Talep büyük, pazar da öyle. Bu alanda kalem oynatan bilim adamları, psikolog ve psikiyatristler, bu alanda yazılan kitapların kaderini de değiştiriyor.
Öte yandan bu alanda da işi suistimal edenleri iyi ayıklamak gerekiyor. Beyaz yakalı kadınların yumuşak karınlarını kullanan, üzerlerinden tonla para kazanan fakat anlattığından ve gösterdiğinden tamamen farklı ve dejenere hayatlar yaşayan “uzman”ları...
“Yara” ve dolayısıyla sektör bu kadar büyükken, gerçek uzmanlar tarafından yazılmış, bize gerçekten iyi gelecek kitaplardan bahsetmeli sık sık...
İşte en yenisi: Okuyan Us Yayınları’ndan çıkan Beynin Mutluluk Ayarları... Dr. Rick Hanson, kötü deneyimlerden “ders almaya” meyilli olan beynimizi, olumlu deneyimlerden ders alacak biçimde yeniden “programlayabileceğimizi” söylüyor.
“Nasıl bir hayata sahip olursanız olun, sevgi, güven ve huzur dolu bir nöral yapı oluşturabilirsiniz, kalıcı bir güvenlik, doyum ve sevgi dolu yakınlık duygusuna ulaşabilirsiniz” diyor Dr. Hanson ve bunun tekniklerini anlatıyor.
Kulağa harika gelmiyor mu?
Paylaş