Yakın bir arkadaşım işten-güçten-para sıkıntısından-can istememesinden artık pek dışarı çıkmadığını anlattı geçenlerde.
“Valla, artık hep evdeyiz” diyen, aynı kombinasyonu dinlediğim, geçmişin sıkı gece kuşu olan bilmem kaçıncı kişi bu. Öte yandan da “Sanki bir şeyler elimden kayıyormuş gibi hissediyorum” diye sıkılıyor. Hayat gidiyor da ben geriden geliyorum sanki” diye ikilem yaşıyor. Gece kuşluğu müessesesi açısından yani.
Birkaç yıl önce, cuma-cumartesi gecelerini evde geçirsem kendimde bir eksiklik hissederdim. Aynen arkadaşımın dediği gibi, sanki dışarıda bir şeyler oluyor da gerisinde kalıyorum gibi... şimdi sadece bu hissi güneşli güzel bir havada kendimi sokağa atamayınca hissediyorum. Malum, plaza insanı açık havada bulunmaya hep aç.
Sonra, “Yaşlanıyor muyuz acaba” dedi. Bana kalırsa bunun yaşla ilgisi yok. Tabii biz artı-eksi 30 kadınları bayılırız her cevabını bulamadığımız soruyu “Yaşlandık, kesin çok yaşlıyız, evet yaş” diye yanıtlamaya. Fakat gece çık-kazık gibi dikil-etrafı kes-gör-görül konusuna “Yok, almiim” şeklinde yaklaşmak için bir “Yaşlılık dönemi bilgeliğine” erişmek gerekmiyor herhalde...
20’lerin başındayken daha bir coşarak çıkardık geceleri, ona bir şüphe yok. şimdi evde olmak, dizilere takılmak, kitap karıştırmak, sevgilimin kucağında mızıldamak, yakın ahbaplarla güzel yemek, tatlı sohbet; hatta oralara kadar gitmeyelim, salondaki kırmızı kanepede uzanıp tavana bakmak bile daha cazip geliyor! Saymadım kaç kere “Eyyo, şöyle gideyim de bir W’ya bakayım” diye arabaya atlayıp, otelin önünde “Eeeeh, başlarım şimdi W’ya” deyip, on dakika sonra evde kendimi kırmızı kanepede kıvrılırken bulmuşumdur.
Geçen gün bir takım “mühim” mekanlara gideceğim, söz vermişim arkadaşlarıma. Giyindim, süslendim.
Tüm hazırlığımı malum kanepe için yapmışım meğer! Bırakmadı beni. Kendimden ümidi kestiğim noktada pijamaları da giymedim, bütün gece ful makyaj-saç-janjanlı kıyafetlerle Marie Antoinette gibi oturdum valla.
Var elbette bu “kırmızı kanepe sendromu”nun bir sebebi.
Ne mi? Çünkü adamakıllı kafa dağıtılacak yer yok! Ha, “havalı mekan”, “bu aralar çok popüler”, “burada görülmek pek önemlidir”, “ay çok retro bi de kitsch sanki” mekanları gırla. Onları demiyorum. Şimdi size bir mekan anlatacağım.
Fakat editör arkadaşlar “Uzun yazıyorsun, azıcık kutulu yazsana” diyor. Dolayısıyla bu yazıma aşağıda görmüş olduğunuz kutuda devam etmeyi uygun buluyorum.
Disko isteriz, hakiki disko!
şöyle bir 5 yıllık süreyi düşünecek olursak, en aklıma kazınmış dönem 2004-2005 Godet Disko zamanlarıydı derim.
Mecidiyeköy’deki Sürmeli Otel’i bilirsiniz. 2004’te Godet’çiler otelin roof’undaki 80’lerden kalma minik diskoya kuruldular, adını da Godet Disko koydular. Mekan süperdi, her detayın 80’lerdeki hali korunmuştu. Duvardan duvara halı, perdeler, ortadaki yuvarlak dans alanı ve disko topu... Tam bir diskoydu. Zaman yolculuğu yapmış gibi oluyordunuz... Müzikler de sıkıydı. 70’lerin funky disko parçalarıyla açar, güncel ama Antalya turist eğlencesi tadında olmayan parçalarla devam ederlerdi. Sabah olurdu “Aaa, bu kadar mı, eve mi gidiyoruz yani şimdi” derdik... Kalabalık da güzeldi. Saat 2-3 civarı dolup taşardı, sonra sabaha kadar nasıl vakit geçiyor anlamazdınız.
“Kafa dağıtılacak yer” derken işte böyle bir şeyden bahsediyorum. Harcadığın zamana, paraya değecek, gecenin sonunda ağzında güzel bir tat kalacak bir mekandan... Bir kere, kasmasın, samimi olsun. Sonra elektronik müziğin dibine vurup sonra da eller havaya sularına girmesin. 70’ler havası esebilir mesela. Hatta funky nağmeler çalsın, beni benden alsın! ışte böyle bir yer yok.
Hem kendim, hem de ve gece çıkmalarını azaltan, “Yav, yaşlandık mı acaba” diyen diğerleri adına siz mekan sahipleri ve muhtelif girişimcilere sesleniyorum!
Ya da, ne bileyim, bir DJ bir DJ’e, bire DJ, gel beraber bir 70’ler diskosu açalım desin...
İki partiye evet damgası basmak!
Seçim günü NTV süper teknolojik dokunmatik ekranla an be an sonuçları aktardı. Bu ekran bana Tom Cruise’un Minority Report filmindeki hallerini hatırlattı. Öyle bir dijital çağ aparatı hissi verdi bana yani, “Vayy bee” dedim. Bu hadise pek teknolojik fakat oy verme sahnesi öyle iptidai ki, bir uçtan bir uca savrulmuş bulunduk pazar günü. Oy vermeye gidiyorum, elle kesilmiş komik karton bir kabinin içindeyim. Önümde muhtar-ihtiyar heyeti listelerinin bulunduğu kağıtlar savrulmuş. Yerleşiyorum masaya, basıyorum damgayı. Mürekkepten mi kağıttan mı bilmem, bir türlü kurumuyor, katladığım gibi öteki tarafa çıkıyor “evet” damgası. Allah’tan akıl etmişim de kağıdın beyaz yüzünü içe katlamışım. Yoksa benim oy geçersiz sayılacak “iki partiye evet basmış” diye. Kim bilir kaç kişinin oyu geçersiz sayılmıştır bu şekilde...
Sonra, akşam sonuçları izliyorum. YSK, 3 büyük şehirden veri akışı sorunu var” diyor, Ankara’da elektrikler kesiliyor... Ama olsun, süper teknolojik dokunmatik ekranımız var.