Paylaş
Geceleri perdeyi aralayıp, tüm şehri kaplayan beyaz örtüye bakıp huzurla doluyoruz.
Sonra diyoruz ki, şöyle bir dışarı çıkalım, yürüyelim. Hanidir böyle kar görmemişiz, şöyle bir sokaklarda gezinelim.
Tam sokaklarda huşu hissi içinde içinde yavaş yavaş yürürken kafanıza granit sertliğinde bir kartopu isabet ediyor. Beş dakika önce sahip olduğunuz o huzur, o sessizlikten gelen sakinlik uçuyor gidiyor...
“Nereden geldiği bilinmeyen granit sertliğinde kartopu” gözünüze tutulan ve asla kaynağını bulamadığınız lazer gibi. Hesap sormak, “çıldırdın mı arkadaş” demek istiyorsunuz ama muhatabınız çoktan uzaklaşmış, yeni kurbanlarını aramakta oluyor...
Ergen kardeşlerim alınmasın şimdi ama buradan yaşı geçkin “kar ergenleri”ne seslenmek istiyorum. Tanımadığınız insanlara kartopu fırlatmayınız. İnanın bana, yeni insanlarla iyi bir tanışma yolu değil.
Zincirsiz çıkıp sokakta yamultmadığı araç bırakmayanları da anlamak mümkün değil. Şu şehr-i İstanbul’da gönül isterdi ki tüm araç sahipleri otoparklı evlerde otursun, kapalı garajına aracını koysun...
Fakat birçok mahallede, konut sakinleri sokak kenarlarına sağlı-sollu dizili olarak park ediyorlar araçlarını. Peki kar yağınca ne oluyor?
Buzun ve karın kaygan olduğunu kabullenmeyen bir akıllı geliyor, aracına hakim olamıyor, alabildiğine kayıyor, park halindeki tüm araçları itina ile yamulttuktan sonra yoluna devam ediyor.
Bu da herhalde “trafikte seni taciz eden ve kaçtıktan sonra asla yakalayamayacağın ve ne yaptığını ispat edemeyeceğin adam” gibi.
Çaresiz hislere sürüklüyor insanı.
İşte, görüntü dışında pek bir romantizmi yok aslında karın. Asla kar koşullarına hazır olamayacak, hepimizin hayatını olmadık zamanda duraklatacak bir şehirde karın nesini sevelim ki? Dışarıda soğuktan canını teslim edecekler varken, sıcak evimizde olduğumuz için mutlu mu olalım?
Yeri gelmişken hatırlatayım: Pervazlara ekmek kırıntıları, kaplara su koyun. Sokaklara kediler ve köpekler için mama bırakın. Çıkın, onları besleyin, ısınmalar için battaniye, gazete kağıdı götürün.
Bu, elde kupa, camdan bakıp “iyi ki dışarıda donmuyoruz” demekten daha iyi değil mi?
Tenis in pilates out
Bir ara herkes in/out, yükselişte/düşüşte listeleri yapardı hatırlar mısınız? Bence bu geleneği sürdürmeliyiz sevgili klişelerden gizli gizli zevk alan Habitus okuru.
Madem öyle, “in” olandan başlayalım: Tenis.
Son olarak Avustralya Open ve hatta Nadal-Djokovic karşılaşması sağ olsun, her turnuvada tenis sevdalıları katlanarak artıyor. Eurosport’un başından ayrılmayan ahali, turnuva bittikten sonra bir raket edinip iki hafta boyunca olsa da düzenli olarak tenis oynuyor.
Eh, tüm sene “spora yazılıcam” deyip ağız oynatmaktan iyidir. Diyorum ki, erkekler toplanıp soğuk hava, yağmur, kar, çamur dinlemeden halı saha maçı yapabiliyorsa, biz kızlar da tenis turnuvası düzenleyebiliriz. Evet, bunu yapabiliriz.
Pilates ise düşüşte. Bir aralar gazetelerin sayfalarından pilates topu fotoğrafları ve Ebru Şallı fırlardı, hatırlar mısınız?
Oflamadan ya da bunun esprisini yapmadan bir günümüz geçmez, “pilates” kelimesini gün içinde en az üç cümlede kullanmasak rahat etmezdik.
Şimdi düzenli yapanlar kaldı, “pilates hevesçileri” evde yatay pozisyonda yağ oranlarını artırıyor. Bir sonraki egzersiz furyası için beklemede kalınız.
Zira “kilo verme mevsimi”ne bir ay kaldı.
Paylaş