Paylaş
Fakat ezelden beri kafamı kurcalamıştır bu durum.
Bebek olunca çalışma hayatı biter mi/bitmeli mi?
Acayip bir ikilem bu.
Bana sorarsanız, bebeğim olsa, ilk kelimelerini bakıcıya söylesin, onun davranışlarını kendine modellesin istemem mesela. Bakıcı büyütürse bebeği, o zaman bebekle aramda kalan tek bağ kan bağı olmaz mı?
Esas anneliği bakıcı yapmış oluyor yani...
Sonra, anne olunca eski alışkanlıklar çöpe gider mi? Mesela şimdi Pınar Altuğ ne yapacak meraklar içindeyim. Eşi Yağmur Atacan Kadıköy Buddha Bar’da takılmaya, Voodoo’da grubuyla bar programı yapmaya geri dönmeyecek, orası kesin, fakat diyelim ki gece bebeği bakıcıya bırakıp şöyle bir-iki saat Lucca’ya inecekler mi?
Tüm iş kolları arasında evde çalışanlar en şanslıları. Mesela yazarlar. Elif şafak’ın “Bakıcıyı anne sanacak, yandım Allah” hezeyanları yaşadığını hiç sanmıyorum...
Hayati gerekliliği “ofiste bulunmak” olan mesleklerde genç anneler hep bu duygu fırtınalarını yaşıyor.
Birçoğu “bebeğe yenilerek” mesleğini yavaştan alıyor.
Ötekiler yavrusunu bakıcıya emanet ediyor, kariyerine devam ediyor.
Fakat bugüne dek gördüğüm örnekler birbirinden pek farklı değil. Doğum izni almış pek çok “ofis insanı” işe geri döndüğünde kendini ekstradan ispatlama mecburiyetinde kalıyor.
Yakın bir zamanda, çalışmak mı-anne olmak mı ikilemi yaşayan gazeteci bir arkadaşım mesleğine geri döndü. Kendine göre bazı “Bebek ile bağım gün boyunca baki olsun” önlemleriyle tabii.
Evini “Bebek kamerası” ile donattı.
“Bebek kamerası da ne?” diyeceksiniz.
Bu yeni bir moda. Modadan ziyade gereklilik aslında, pek çok çalışan anne-baba artık bu yönteme başvuruyor. Evinin tüm odalarında kamera var. Telefonundan, bilgisayarından, internete ulaşabildiği her yerden izliyor dadısıyla bebeğini.
Biraz sohbet ettik. Bir tanecik bebeğinin ilk kelimelerini bakıcıya söyleyecek olması, anneliği bir başkasına bırakmış olması konularında acı çektiğini anlatıyor. “Acaba oğlum büyüyünce mi dönseydim?” diye kendine sorduğunu, fakat işte yılların riske atılmayacak kadar büyük bir zaman dilimi olduğunu söylüyor.
Ekonomik koşullar da işin en mühim taraflarından biri.
Yine de “ımkan olsa da evde kalsam, bebeğimi koklasam” diye üzülüyor şimdi. Anne olmasam da kadınsal bir takım hislerle, bu cümleleri anlamak gayet mümkün.
“Anne olan kadınlar çalışmamalı ve kendilerini bebeğe adamalıdır” diyor değilim fakat bu işin sınırı nerede çizilmeli, esas soru bu.
Özellikle gezme-tozma işi kafamı kurcalar. Mesela sırf kendi zevkim için bebeği bakıcıya bırakıp eğlenmeye çıkar mıyım?
Ara sıra kaçamak yaparım gibi geliyor. Tabii dadıya filan değil, anneme bırakırım bebeği ancak... Yine de bebek sahibi olmadan büyük büyük konuşmamalı...
Modern yaşamda arkadaşlık zor, ilişki zor, evlilik zor, çocuk zor, o zor, bu zor.
Zor bu hayat, zor!
Nedir bu ayakkabılardan çektiğimiz!
Gucci’nin yeni koleksiyonundan bir ayakkabı. Sekiz santimlik tahta platform tabanıyla 70’lerde Elton John’un giydiği ayakkabıları anımsatan bir ayak celladı! Bu modeli gördükten sonra artık “seksi, hatta inceden fetiş ayakkabılar” konusunda yazmak farz oldu.
şimdi, eğri oturalım, doğru konuşalım. Topuklu giymek güzel. ınsan otomatikman bir havalara giriyor. Yürüyüş değişiyor. Fakat tabanı gittikçe fezaya doğru yükselen bu ayakkabılarla yürümek için artık sirkte uzun takma bacaklar üzerinde yürüyen palyaçolar kadar beceriye sahip olmak gerekiyor! Bu yeni nesil ayakkabılar sayesinde, yaş ilerleyince yüzyıllar önceki Çinli kadınlar gibi deforme ayaklarımız mı olacak? Bilemiyorum...
Çareler elbette var. Fakat onlar da “seksi” bulunmuyormuş! Tüh ya, ne diyeyim...
“Topuklu ama rahat” ayakkabı kontenjanından “dolgu topuk” dediğimiz modeller hayat kurtarıyordu. Fakat ne zaman bu ayakkabılar söz konusu olsa, erkeklerden “Öğğğğ, iğrenç, ben böyle çirkin şey görmedim” tepkileri alıyorum. Güzel ayakkabı kıstası, “Ayağın şeklini mümkün mertebe belli ediyor olması” imiş meğer. UGG’lar, dolgu topuk çizmeler, ayağı ayaktan başka her şeye benzetiyormuş... Efendim, öyle kötü görünüyormuş ki, “Çizmenin içinde insan ayağı değil de pek tabii bir meşe odunu, bir fil bacağı, bir rulo havlu da olabilirmiş... Hayal gücünü öldürüyormuş...
Ben bu ayak fetişizmini hiç anlamıyorum. Düşünüyorum da, sevgili homo erectus’lar, hayat keşke “Seksi ve seksi değil” ile geçebilseydi. Tek sıkıntımız bu olsaydı. Siz bilir misiniz acaba “Ayacıklarım yanıyor, acıyor, hissetmiyorum” duygusunu? Yemişim ben seksi çizmeyi, yüksek ökçeyi.
Paylaş