Paylaş
Önyargılarımızı, “ondan öyle duydum, öyleymiş”leri, kafamızdaki kalıpları bırakamamamız ondan.
Birinin utanılacak haline bakarken hissettiklerimiz, rahat koltuğumuza gömülmüş, battaniyenin altından korku filmi izlerken hissettiklerimizden farklı değil.
Korkuyoruz ama tehlike bize ait değil. Utanıyoruz ama dert bize ait değil.
Konfor alanından uzaklaşmadan gerçek bir duygunun içine girebiliyorsun ve zarar görmeden çıkıyorsun. Sonra da işte, kendi haline şükrediyorsun.
Arıza nerede başlıyor, biliyor musunuz?
Bu bir hayatta kalma yöntemine dönüştüğünde. Mesela kendi kafanda başkasına dair bir olumsuzluk yaratıp o gerçekmiş gibi davranarak rahatladığında.
Daha ileri vakalarda birinin arkasından konuşup, olmayan bir an yaşanmış gibi anlattığında... Böylece, hesapta kendi hayatının olumsuzluklarını üzerinden silkeliyorsun.
Silkelemiyorsun aslında... Kendini kandırıyorsun.
Sen başkalarına bakıp üzülürken, başkalarının dramından zevk alırken, esasında kendi sırtına yük bindiriyorsun.
Bergüzar Korel “Kaç kişi Twitter’dan çocuğun ölsün diyor biliyor musun?” dediğinden beri zaten halihazırda kafamı kurcalayan bir soru, iyice aklıma çöreklendi.
Kulağımıza çalınan sözlerin ne kadarını takacağız, ne kadarını takmayacağız?
Kimi duyacağız, kimi duymayacağız?
Kimin bizi üzmesine izin vereceğiz, kimin eleştirisini ciddiye alacağız?
Korel, her duyduğunu ciddiye alsa, dert etse aklını yiyip bitirmesi lazım. Fakat bitirmiyor.
Toplumun gözü önünde iş yapan her insan gibi “kabuğu” var çünkü. Biliyor ki, onu iyi tanıyanların, en yakınlarının sözlerini dinlemeli.
Artniyetli, kara kalpli, zevk için kötü söz söyleyenleri takmaması gerekli. O da bunu yapıyor.
Peki hiç mi üzülmüyor? Eminim duyduklarının üzerinden zaman dahi geçse tortu kalıyordur.
İnsanın kötü söz duyup etkilenmemesi mümkün mü? Tanımadığı bir adam söylese bile... Sırf kötülüğünden söylemiş olsa bile...
En “takmıyorum” diyen bile en fazla üstünü örter, bir yerlerde elbet tortusu kalır.
Hep ağızda acı tat bırakan konular insanın aklına yapışır kalır ya... Unutmak istersin, unutamazsın.
Bilenirsin, sinirlenirsin, uzun uzun cümleler kurmak istersin, susarsın. Ha, sonra ne olur? Fark etmeden içinde biriktirir, eninde sonunda bir biçimde patlatırsın.
Tabii sonra bu “takmıyorum deyip esasında takma, hem de ne takma” işleri şekil değiştiriyor.
Arkandan konuşan biri oldu mu dişlerini sıkmamaya başlıyorsun mesela. “Konuşma demiyorum, sen hobi olarak arkamdan yine konuş ama hayat kısa be gülüm” diyorsun, dalgaya vurur hale geliyorsun.
Gelişen kabuk, ilerleyen yaş, deneyim sayısı seni istesen de istemesen de böyle bir adama döndürüyor.
Etraftaki “kara kalp”lere karşı geliştirilen kabuk, bir nevi “hayatta kalma” yöntemi esasında. Akıl sağlığımızı korumak için filtre geliştiriyoruz.
Kabuk, yemek ve su kadar gerekli oluyor yaşamını sürdürürken. Kabuk geliştirmeyi becermişsen, sırf sen üzül, o da bundan zevk alsın diye “o senin için böyle dedi” diyenleri kabuğunda sektiriyorsun.
O “herkes beni sevsin” çabası var ya... Hani 20’li yaşları esir alan o lüzumsuz his...
Göz göre göre iş çevirenlere dahi kötülüğü kondurmazsın hani. Kendi egosunu okşamak için arkandan atıp tutanlara bile selamını eksik etmezsin.
Bir türlü akıllanmazsın, kabuğunu kalınlaştırmazsın, sonra enayi yerine koyulmaya doyamazsın.
Kabuğu kalınlaştırmadıkça kırılgan, hassas, asabi ve güzel işlere harcayacağın enerjiyi çöpe atan, üzüntü sahibi bir adama dönüşürsün.
Fakat er ya da geç, bakmışsın o deri kalınlaşmış. Kabuk bağlamış. Meğer işini yapmaya devam edebilmek için, insanları sevebilmek için, geleceğe dair umut besleyebilmek için, (kalmışsa) heyecanını sürdürebilmek için buna ihtiyacın varmış...
Paylaş