Paylaş
Fakat Türkiye’de yaşayan ve her gün kalem oynatan biri ancak sabah kalkıp “Hangi delirtici konuyu, neresinden tutsam?” diye düşünüyor olabilir.
Yazar olmayanlarda da durum farklı değil.
Sabah saatlerinde Twitter’da hepiniz görüyorsunuzdur: Herhangi bir konuda şikayeti olmayan var mı?
Eksiklerden, yanlışlardan, haksızlıklardan, saçmalıklardan bahsetmeyen var mı?
Kafamızın üzerine bir kara bulut gibi çöreklenen medeniyetten uzak, bilimden uzak, cehaletle şekillenmiş o tuhaf kültür(süzlük) halinden şikayet etmeyen var mı?
Bazı günler (her gün?) insan kendini hakikaten çaresiz hissediyor.
Hayatın neresinden tutsan elinde kalıyor çünkü.
Medyadan doğru haber almak için kaynağını doğru seçeceksin. Siyasetçilerin deli saçması laflarına sinirleneceksin.
Sonra sokağa çıkacaksın, yolları sel almış, trafik milim oynamıyor.
Pazardan meyve sebze alacaksın, 30 sene önce yediğin sebzelerle uzaktan yakından ilgisi bulunmayan bir takım “sebzemsi”lere mecbursun.
Hesapta üç yanı denizlerle çevrili, akarsuyu bol, bereketi bol, 4 mevsimin tüm güzelliklerini yaşayan bir ülkedesin.
Fakat her konuda yurt dışına bağımlı olmuşsun.
Gören de çölün ortasında yaşadığını sanır.
Çaresizlikten böyle olduğunu sanır.
Temeli çok eskiden atılmış, bugüne dek oya gibi işlenmiş bir kuraklaştırma politikası.
Sonucunun bu olacağını öngörememiş bu işin mimarları çünkü kendi güçlerini korumak öncelikleriymiş. Aynı bugünkü gibi...
Mesela, konu doğal yaşamaksa, ancak Kıyameti
Bekleyenler programındaki gibi kendi tarlanda kendi tarımını yapacaksın ya da cukkan çok sağlam olacak, marketteki, pazardaki domatese değil, özel satılan organik ürünlere yöneleceksin...
Günlük hayatın böyle. Biraz daha konuyu genişletecek olursam, genel vaziyete bakınca da nefes alamadığını hissediyorsun.
Aklındaki düşünceyi dile getirdiğinde okuduğunu anlamak istemeyenler tarafından saçma sapan sözlerle itham edildiğin “demokratik” bir ülkede yaşıyorsun.
Şov için ilgisiz insanların sorgulandığı, meydanlarda kendi hakkını ararken hayatı kararan insanların yaşamaya çabaladığı demokratik bir ülke.
“Kendi başının çaresine bak” diyarı.
İnsanlarını daha iyi yaşatmak, hizmet etmek maksadını taşıması gerekirken, yavaş yavaş insanını gücünün maşası olarak görmeye başlamış yöneticiler.
Devleti kendi hesapları uğruna manipüle etmekten kaçınmayan bir zihniyet.
Bu uğurda, yani gücü elinde tutmak uğruna dezenformasyondan kaçınmıyor.
(Lobna’nın Ayşe Arman’la yaptığı röportaja yapılan yorumlardan biri ‘Gezi’de ne işi varmış?’tı mesela. Dezenformasyonun geldiği noktayı, herhalde iyi özetleyen bir yorum bu.)
Çaresi olmayan bir hastalığa tutulmuş gibiyiz.
Derinleri eşeleyince vaziyet böyle ama bir de soğanın zarı var.
Esasında soğanın zarı değil, çok şey ifade eden bir durum:
Etrafınıza baktığınızda, binalardan tabelalara, televizyon programlarından şehre dair tasarımlarda, aklınıza gelebilecek her konuda akıl almaz bir çirkinlik, üstünkörülük hali, “ben yaptım oldu”culuk tokat gibi çarpıyor yüzünüze.
Tek maksadı cüzdan doldurmak olan bir anlayış doğrultusunda süren estetik yoksunu, bilgi yoksunu, zevk ve vizyon yoksunu bir eğitimden çıkan sonuç.
Çirkinliğin, cehaletin, bilgisizliğin, kültürsüzlüğün, okumamanın sıradanlaştığı, cehalete alet edilen inançla yozlaşan; hayatı dini, insanı, inancı, medeniyeti çok ama çok yanlış anlamış “güçlü” insanların yeni kurallar yazdığı, o kuralların “yeni normal” olduğu yeni dünyamız.
Hoş geldiniz.
Paylaş