Paylaş
Çok ihtiyacımız var buna ya, çok. ılla ülke değiştirmek gerekmiyor, alın sırt çantanızı bir göl kıyısına falan gidin bu hafta sonu.
5 saat suya bakın, yaprak koklayın, kafanızı toprağa filan gömün ne bileyim.
Şehrin bünyede yarattığı elektrikten kurtulmak için öyle toprakta çıplak ayakla yürümek yetmez... Kafayı gömeceksin...
Ben de dedim ki bu elektriği Avrupalarda atayım. Önce bir iş meselesi nedeniyle Almanya’ya, sonra da bu geziyi bahane edip Brüksel’e arkadaşlarımı görmeye gideyim.
Gittim, gördüm, beğendim, hâlâ buralardayım...
Macera pazartesi başladı. Seyahatten bir gün önce gece kendi kendime yarattığım bavul krizi sayesinde saat 3’te yatıp 5’te kalkarak, havaalanına gittim.
Kan çanağı gözlerimle Starbucks’ta otururken Melis Birkan ve Cemal Hünal’ı gördüm, taze haber kokusu aldım tabii hemen (Hesapta hayata ara verecektik!).
Sonra öğrendim ki Issız Adam’ın yurtdışı gösterimleri için Berlin’e gidiyorlarmış, sonra birkaç şehir daha gezeceklermiş.
Tamam dedim, artık kim ne yapmış, orada neler olmuş, ilgilenmeyeceğim. Uçakta adeta bir ceset gibi uyudum (ne zaman kalktık, ne zaman indik hatırlamıyorum, o derece).
Allah’tan çivili yatakta bile uyuyabilme potansiyelim var. Fakat aksi gibi 3’lü koltuğun ortasına düştüm, sfenks gibi uyumak zorunda kaldım.
Öğle saatlerinde Almanya’daydım.
Frankfurt-Heidi bağlantısından olsa gerek, önce sokaklarda yodele-i-o diye bağırarak dolaştım. Sonra dediler ki, Melike, sus. Alpler’de keçi mi otlatıyorsun. Ayrıca yanlışın var, burası ısviçre değil, Almanya. “Ayy pardon!” dedim sustum.
Üç gün sonra geçici ikamet yerim olan Heilbronn’dan trene bindim, istikamet Mannheim ve Köln. şimdi ise Brüksel’deyim.
Neyse efendim, şimdi kriz var ya, normal koşullarda bu Evropa seyahatlerinin bir numaralı olayı memleket görmek, ikincisi de alışveriş malumunuz (ya, tamam birinci amaç alışveriş kabul ediyorum).
Zamanında bir takım şehirlerde kendimi H&M’de kaybetmişliğim, 4 günlük Amerika seyahatinin bir tam gününü (hiç abartmıyorum bir tam gün) Victoria’s Secret’ta geçirmişliğim var.
Fakat şimdi krizdeyiz tabii, H&M’e bile göz ucuyla baktım, o derece. Mağazalara girip girip çıkıyorum. Ellerim boş çıkarken selamlarımı esirgemiyorum, sağ olsunlar alışveriş yapmayana da burada güzel muamele var. Danke şön’ler, bitte şön’ler havada uçuşuyor. No alışveriş, no fiş ama. Ben böyle otokontrol görmedim, kendimle gurur duydum.
“Almanlar alışveriş yapınca biz de alışveriş yapmış sayıldık” dedim ve vitrinlere bakmaya devam ettim.
Halimden yakınırken, Brüksel’de yaşayan arkadaşım “Gel, seni buraların Terkos Pasajı’na götüreceğim, sakın oralarda alışveriş yapma” dedi, pek heyecanlandım. şimdi Brüksel’deki Beyoğlu’nu aramaya gidiyorum.
Almanya notlarına geri dönecek olursak, Heillbronn’da hayat pek kolaymış, onu söyleyeyim. Markete giriyorum, 5 kasadan 2’sinde Türk kasiyer çalışıyor. Önce beni de Heidigillerden sanıyorlar, nah noh bitte mitte bir şeyler diyorlar, anlamıyorum. “Türkçe konuş canım ciğerim” diyorum hemen anlaşı-anlaşıveriyoruz.
Bu kasabada yaşayan Almanlar pek ıngilizce bilmiyor, Türkler olmasa işimiz iş yani. Neyse ki adım başı Törkiş Kebab-Döner Haus, emlakçı, sigortacı, “aile salonlu” restoran, eczane...
Yaya görünce yavaşlayıp yol veren arabalar, buranın karakteristik yapısı olan sivri çatılı evler olmasa kendimi ıstanbul’da sanabilirim! Ha, bir de bir fark daha var elbette, pek yağmur ama hiç çamur!
Misler gibi dönüyorum otel odasına valla.
Velhasıl kelam, kendimi kısa süre olsa da ıstanbul’dan kopardım.
Bu arada, yıllardır merak ettiğim bir şey var, bir türlü cevabına vakıf olamadım, her gördüğüme soruyorum. “Yahu bu Avrupalılar hiç susamıyor mu?” diye. Nereye gitsem su niyetine bir takım gazlı sular servis ediliyor. ınsan şöyle kana kana su içmek istemez mi ayol?
Geri döndüğümde canım mavi pet su damacanam beni bekliyor olacak.
Halis memba suyu içecek, bidonun önünde saygıyla eğileceğim...
Paylaş