Paylaş
Boğaz sırtlarında mantar gibi bitmiş rezil apartmanları görüp, yüksek bir binadan Haliç taraflarını seyredip, şehrin göbeğindeki çirkinlik abidesi binalara, berbat şehirleşmeye bakıp “Hay ben bu binaları yapanın, şehrin içine eden anlayışın...” hissiyatıyla dolup taşmayan var mı?
Kim, neden şehri bu hale getirdi diye avazım çıktığı kadar bağırmak istiyorum sevgili tasarımperver Habitus okuru!
ışte bu nedenle Pera Palas’ın içine girdiğimde, ya da ne bileyim, Caddebostan’ın alametifarikası yapılarından biri olan Ragıp Sarıca Paşa köşkünün önünden her geçtiğimde, Topkapı’ya, Dolmabahçe’ye gittiğimde veya daha da basit, ıstiklal Caddesi veya Nişantaşı’nda yürürken kafamı şöyle bir kaldırıp o muhteşem apartmanlara baktığımda kalp krizi geçirecekmiş gibi hissederim.
“Biz hangi ara bu duyguyu kaybettik” derim. Elbette yeni nesil mimarların güzel işlerinden değil, şehrin, birbirinden çirkin apartmanlarla oluşturulmuş genel yapısından
bahsediyorum...
¡¡¡
Bu hissim tasarım yönü kuvvetli birtakım yerler görünce ne yazık ki daha da şahlanıyor. Kısa bir süre önce ısviçre’nin Basel kentine komşu, Almanya sınırları içinde bulunan Weil am Rhein kasabasındaki “tasarım kampüsü” Vitra Campus’u gördüm. O günden beri hem sevinçten hem de üzüntüden ağlıyorum sevgili zevk sahibi Habitus okuru! “Neden bizde yok” diye üzülüyorum, öte yandan tasarım tarihinde önemli bu kadar yapı ve objeyi bir arada görme fırsatı yakaladığım için seviniyorum...
Buraya bir “mimarlar parkı” demek daha doğru. Kampüste öyle yapılar var ki “bunların hepsi bir arada olamaz” dedirtiyor. Neler mi? Zaha Hadid’in ilk binası olarak nitelendirdiği itfaiye binası (aslında ilk binası değil ama dekonstrüktif tarzdaki binalarının ilk örneği olmasından ötürü Hadid buraya “ilk eserim” diyor), Frank Gehry’nin Avrupa’daki ilk yapısı olan Vitra Design Museum, Tadao Ando’nun Japonya dışındaki ilk yapısı olan konferans binası... ışte bunlar gibi, her biri günümüzün önemli mimarlarına yaptırılmış 13 bina ve yapıyı bir arada bulunduran bir “kampüs”. Aslında bu kampüse dünyanın en şık fabrikası demek lazım.
Vitra’nın tüm mobilyaları burada üretiliyor ve sergileniyor. Kocaman bir mimari ve tasarım müzesi gibi yani...
Bu binaların arasına son olarak şubat sonunda Vitra’nın ev mobilyalarını sergilemek için Basel’li mimarlar Herzog & de Meuron’a yaptırdığı Vitra Haus’u eklendi ki, bu bina, tasarım tarihi meraklılarını heyecanlandıracak bir koleksiyon barındırıyor, esas onu anlatacağım size...
Sandalye deyip geçmeyeceksin!
Bilir misiniz, kafelerde kullanılan ve “klasik sandalye işte” dediğiniz, o dört ayaklı objenin altında acayip bir tarih yatar... Mesela çok kafe Thonet’in 214’ünü (eski adıyla No.14) ya da replikalarını kullanır. Google’da bir arayın, hangi sandalyeden bahsettiğimi derhal anlayacaksınız.
ışte Vitra Haus’ta, sadece Thonet’in No. 14’ü değil, tasarım tarihine geçmiş Mies Van der Rohe’nin Barcelona Chair’i, Verner Panton’un S Chair’i gibi sandalyelerin, tasarlandıkları yıllardan günümüze kadar gelebilmiş ilk örnekleri sergileniyor. Sandalyelerin yaşları tabii dedeleriniz kadar, o nedenle nem geçirmez özel bir bölüm ayrılmış hepsine...
Bir ara Mozaik Design, Vitra Design Museum’la birlikte Dolmabahçe Sarayı sergi salonunda “100 sene/100 sandalye” sergisi yapmıştı.
Vitra Haus’ta gördüğüm tüm sandalyelerin minyatürleri bu sergide vardı, ancak gerçeğini gördükten sonra minyatürü kesmez artık, size sesleniyorum sayın Mozaik yetkilileri! Bu sandalyeleri lütfen buraya getiriniz ve sergileyiniz!
Mozaik, Vitra’nın Türkiye’deki bağlantısı. Aslında Mozaik’in Ortaköy’-
deki koca showroom’u için de “kampüs” tanımını kullanmak yanlış olmaz.
Hatta buraya bir mağazadan ziyade bir “müze” olarak bakıldığında benim daha çok ilgimi çekiyor açıkçası.
Aynen Vitra Campus gibi, kimi güncel tasarımcıların mobilya ve objelerini barındıran bir kampüs niteliği taşıyor.
Bugünün tasarımını tanımak için iyi bir adres...
Paylaş