Paylaş
Yaşadığımız çağ itibariyle bizden önceki nesillerin yaşadığı ve pek çok insanın hayatını üzerine kurduğu “korku”yu bambaşka bir düzeyde yaşıyoruz bugün.
Bizi kalabalık yerlerden kaçıran, sokakta, işte, meydanlarda endişeyle dolduran ve hâlâ alışamadığımız o lanetli duygu...
Aynı anda uçta hisleri taşıma hali...
Aşırı korku ve günlük yaşamın alabildiğine normalliğiyle ilerlemesi...
Hastanelik edecek seviyede bir endişe ve sakin bir pazar sabahının huzurunu aynı anda yaşayabilme “becerisi”...
En aşağılık şekilde yapılan terör saldırıları ve “normal hayat” arasında geçen, acı olayların aklımızda yarattığı tahribatın tarifini zor yaptığımız bir dönemde yaşıyoruz.
Günlük hayatımızı sürdürürken her an tetikte olma hissi, herhalde bizi “hayatta kalma” denen kavramın özüne götürüyor.
Uzmanlar, modern hayat ile birlikte oradan kalkan, (daha doğrusu ihtiyaç kalmadığı için körelmesi gereken) “savaş ya da kaç” yani, “hayatta kalma” motivasyonunu hâlâ genlerimizde taşıdığımızı söylerler.
Pek çok durumda, açgözlülükten, aşırı yeme arzusundan tutun insanlarla kurduğumuz ilişkiye, işteki davranışlarınıza, hatta bir filme verdiğiniz tepkiye kadar bu “ilk insan” genleri sorumludur...
Artık modern şehir insanı için çok da fonksiyonu olmayan, bir canlıyı vahşi ormanda her an tetikte tutan hayatta kalma dürtüsü, modern hayata kendini başka alanlarda böyle gösteriyor.
Terörün günlük hayata karışması sayesinde, milyonlarca yıl önceki gerçek koşullar tekrar devreye giriyor.
Şehirler artık gerçek manada bir vahşi orman ve biz hayatta kalmak için yöntemler geliştirmek zorundayız.
Başka bir çaremiz yok. Zorundayız.
Akıl sağlığımızı korumak için bu vahşi ormanda sakin bir mağara bulmak zorundayız.
İki yıl önce, modern çağın en önemli filozoflarından Alain de Botton, Türkiye’ye geldiğinde sürekli tehlike altında yaşayan insanların nasıl akıl sağlıklarını koruyabileceklerini konuşmuştuk.
Stoacılığa, Seneca’nın sözlerine ve Lao Tzu’nun bastığımız zeminin her an kaydığının, değişimin altını çizen öğretisine işaret etmişti.
Yarının neye benzeyeceğini bilmediğimiz, sevdiklerinizi birilerinin elinizden alma riskinin olduğu, bağlandığınız her şeyin yol olabileceği bir dünyada nasıl yaşarsınız?
Seneca “Kendi içinizde güçlü olmak zorundasınız. Felaketle yüz yüze kaldığınızda, onunla baş edecek gücü, ancak kendinizi eğittiğinizde bulabilirsiniz” diyor.
Aynı doğa gibi, insan hayatı da değişkendir. Hayat da aynı doğa gibi “sürekli tehlike ile yüzleşme hali”dir...
Altımızda duran zemin her zaman sallanacaktır.
Sallanan zeminde dengede durmayı becerdiğimiz zaman kurban gibi hissetmezsiniz.
Ancak o zaman dümeni elinize alabilirsiniz, mağdur değilsinizdir, muhtaç değilsinizdir...
Mutluluğu değil ama tatminkar bir hayatı ise ancak o zaman sağlayabilirsiniz...
Belki bir el şaklatmasıyla bunlar olmayacak...
Bir anda güçlü hissetmeyeceğiz.
Ancak kendi üzerimizde yılmadan çalışmak dışında, yapabileceğimiz pek az şey var.
Kendi üzerinde çalışmak, kendi gelişimine odaklanmak” ise dünyayı değiştirmek için gerekli olan başlangıç.
Alain de Botton’un The School of Life girişimini, 2014’te Türkiye’de Bilgi Üniversitesi’nde açılması vesilesiyle daha önce yazmıştım.
Hayat için iyi fikirler sunan, hayatınıza bakamadığınız yerlerden baktıran, düşündüren, umut veren, ufuk açıcı kültürel bir girişim bu.
Yaz boyunca Rumelihisarı’ndaki Perili Köşk’te “Dolunay Akşamları” adını verdikleri bir programla farklı alanlarda ve bu alanlardaki uzmanlarla atölyeler gerçekleştiriyorlar.
Bunların ilki 21 Haziran’da Alper Hasanoğlu önderliğinde “Aşkın Halleri” idi.
(Bu atölyeden sonra, kendime ve kurduğum ilişkilere bir daha hiç aynı gözle bakamadım.
Bu atölyenin notları haftaya...)
19 Temmuz’da ise Elis Simson ile “Potansiyelimizi nasıl gerçekleştiririz” atölyesi var. İyilik ve kötülük arasında savrulduğumuz bir dünyada değerlerinizi yeniden gözden geçirme ihtiyacındaysanız...
Hayatınızda sizin için neyin önemli olduğunu sorgulamaya başladıysanız...
Yeni, verimli bir insana dönüşmenin zamanı belki de gelmiştir.
Paylaş