Dizilerin bizlere ettiği!

Dizilerin hayatımıza olan etkilerini konuşuyoruz ya.

Bir ara “karakterler gerçek sanılıyor, hayatla senaryo birbirine geçiyor” başlığı popülerdi hatırlarsanız. Şimdikinin ise rahatlıkla “Entrikanın, gözyaşı ve mutsuzluğun ekranları parsellemesi ve insanların kendi hayatlarında da drama aramaya, yoksa da yaratmaya başlamaları olduğunu söyleyebilirim.
“Ağlamalı” bir dizi izleyip, iki saatin sonunda şöyle “Ooooooh, çok da keyfim yerine geldi bu yorucu iş gününün ardından, artık huzurla uyuyabilirim” diyen var mı?
Rahatlıyor musunuz sürekli sıkıntı, felaket, cinayet, ölüm, ve birtakım daral olaylar izleyerek? Üstelik bu daral diziler o kadar çok ki, bir tanesini bile izleseniz yüz ifadenizin değişmesi için yeterli. İki buçuk saat boyunca kaşlar çatık durmaktan, fena karakterlere cıkcıklamaktan aksi dedeler gibi olduk.
Şu deneyi kendinize yapın, Allah aşkına: Mesela, en ağlamaklıdan seçelim, “Öyle Bir Geçer Zaman ki” dizisini izlerken yanınızda bir el aynası bulundurun.
Çok ağlamalı sahneler bittikten hemen sonra o aynayı yüzünüze tutuverin.
Bakın söylüyorum, kendinizi tanıyamayacaksınız. “Bu ağlayan yüz, bu aşağı bakan dudaklar, bu kah sinirli, kah gördüğü haksızlıklardan melül bakan gözler bana mı ait?” diyeceksiniz. Şaşıracaksınız.
Olmaz öyle durmadan mutsuzluk, durmadan göz pınarlarında yaş; biraz normalleşmek lazım.
Kaş çatmaktan vaktinden önce yaşlanacağımız gerçeği de cabası.
Nasıl düşmesin suratlar, normal bir tane ilişki yok ki kardeş bu dizilerde. Hep bir entrika, hep bir kötülük, hep bir kuyu kazmacılık, hep birtakım felaketli olaylar.
Eskiden bir “pembe dizi kabusu” vardı hani, Brezilya dizilerinden geçilmezdi kanallar. O zaman ne çok derdik “ağlamaklı dizilerden usandık” diye. Tabii bugünü tahmin edebilseydik, o kadarcık ağlamaya şükrederdik. “Senin gözyaşların da bir şey mi, ah-hah-hay be Marianna”, “Hadi oradan, senin derdin de dert mi ya, köle Isaura” derdik.
Hayır sonunda ben bir tane senaryo yazacağım, o olacak. Her şey o kadar normal olacak ki siz bile şaşıracaksınız. Aynen gerçek hayatta olan meseleleri işleyeceğim.
Bir kere, hiç öyle cama yüzünü verip drama yaşamak, konuşmak yok. Her gün görülmemiş felaketler yaşamak yok. Durmadan can tehlikesi yaşamak yok. Tecavüze uğrayan yok. Tesadüfler zinciri yok. Sonra, kasımmmm kasım kasılan jönümsü yok. “Cümlemi okurken laflarımı unutmasam bari” diye strese girdiğini belli eden, rol kesemeyen kadın oyuncu yok.
Evde topukluyla, maşayla yapılmış lülelerle gezmek yok. Sürekli mektup okuyup, telefon alıp, konuşma duyup şaşırmak, inanamamak, edinilen bilgiler ışığında hayatın berbat olması filan yok.
Onun yerine diz yerleri çıkmış eşofman ve sabah kalkınca keçeleşmiş saç var.
“Sevgilim, hadi bi’ çay koy da içelim” var.
Çapaklı göz var, şiş göz kapakları var. İşine gidip gelen adamlar var. Evinde oturan adamlar var. Muhabbet eden kadınlar var.
Kısacası: Her şeyin gerçek hayata paralel gittiği her gün karşımıza çıkan karakterler ve normal bir yaşam var.

Bir kere de gül be Behzat!

Talebim çok net, normal bir dizi istiyorum artık.
Allah’ım, nasıl özledim Bizimkiler’i. Dünyanın en mutlu dizisi değildir de nedir Bizimkiler.
Tekrar çekilsin, buradan yetkililere sesleniyorum. Hatta yalvarıyorum. Hem eski, hem yeni oyuncularla, yeni bir apartmanda.
Çekilsin de hayatta normal birtakım hadiseler de olduğunu hatırlayalım. Azıcık iyi hisseden birileri görelim. Şimdi en “dizi dizi” olmayan dizi hangisidir diye sorarsanız, hiç düşünmez,
Behzat Ç derim ama onu izleyince de insanın yüreği daralıyor be arkadaş. Dersin ki Ankara’mın güzel sokaklarında böyle katiller mi dolaşıyor.
Peki Behzat’ın mutsuzluğu ne olacak, onu da sormalı. Diyorum ki, artık bir kere gülsün, ne olur gülsün. Biraz sevinsin. Ama ne olur, sevgili senaristler, sevinecek olursa hemen ardından çok büyük bir felaket gelmesin.
Çok kısa bir zaman sonra ağlamanın, üzüntünün, iç daralmasının olmadığı herhangi bir televizyon programı ya da dizi kalmayacak ya, işte ben bundan korkuyorum.
Yazarın Tüm Yazıları