Paylaş
Düşünüyorum da, 2 gün boyunca arkadaşlar arasında geçen diyaloglarda en çok kullanılan kelimeleri araştırsalar “DVD, battaniye, sıcak evim, sahlep ve şömine” ilk 5’i çeker herhalde...
Meğer ne kadar özlemişiz evde kalmayı... Ne kadar özlemişiz bir yere yetişme sıkıntısı, iş yetiştirme kaygısı yaşamamayı, öylesine oturmayı...
Tabii harekete alışmış bünye evde 48 saat kalınca kafayı yememek için kendince çareler arıyor...
Ben ne yaptım? 2 günlük esaretten sonra Sarah Jessica Parker’la Hugh Grant’in filmi “Did You Hear About the Morgans?”a gitmeye karar verdim.
Sevgili Sarah Jessica kardeşime Sex and the City’den ötürü fena halde sempatim var, ne yaparsa yapsın -kötü olsa da- bir şekilde seviyorum. Çetin kış şartları bile SJP sevgimi yenemedi, o derece.
Neyse, evden çıkmaya karar verdim ve evde yünden mamul ne varsa üstüme geçirdim.
İndim garaja, aman yarabbi, etraf Alaska’dan hallice...
Alt tarafı sinemaya gideceğim ama önce kar küreme çalışması yapmam, belediyeyi arayıp tuz kamyonu filan istemem lazım.
SJP’ı görmek uğruna Duman CD’mi kurban ettim. Otomobilimin camlarını kaplamış kar ve buzu CD kabını mala olarak kullanmak suretiyle temizledim. Ellerim morardı, donu-donuveriyordum ama olsun. SJP’a canım feda.
Bu kar savaşını 09.00 seansına yetişmek için veriyorum bu arada.
Neticede yetiştim yetişmesine de... şöyle bir sıkıntı oldu: Eğer bir filmi izlerken telefonumdan twitter’a bakma isteği uyanıyorsa ya da maillerimi kontrol ediyorsam, ben o filmin arkasından konuşur, dedikodusunu yaparım arkadaş!
Şu hayatta en çok “oynadığı role yapışmış” insan kimdir derseniz, o kişi Sarah Jessica’nın ta kendisidir. Hangi filmde oynarsa oynasın, “Carrie Bradshaw” kılıfından çıkmıyor...
Ya da biz mi çıkaramıyoruz acaba?
Yine şaşırmadım, filmde Meryl isimli bir emlakçıyı canlandırıyor ama... Yok, yok, bildiğin Carrie bu...
Mimikler, tavırlar, konuşması... Aynı Carrie! Fakat bu defa yazar değil, emlakçı olmuş, öyle söyleyeyim. Bu filmde de Carrie’nin yazar değil de, emlakçı olarak maceralarını izliyoruz sanki.
Hani bizim “Ayşegül” serisi var ya çocuk kitabı... Biraz o hesap.
Sarah Jessica’yı Monster’daki Charlize Theron ya da Precious’taki Mariah Carey gibi şok edici bir karakterde görmek istiyor artık bünye... Did You Hear About the Morgans, Love Actually ya da Holiday gibi tekrar tekrar izlenebilecek bir romantik komedi sayılmaz ama SJP hatrına izlenir bence...
NOT: Pazartesi Sendromu’nun fotoğraflarına dün imza koymayı atlamışız... Fotoğrafları Boğaç Dalkıran ve Semih Kanmaz çekti...
Diziler farklı, karakterler aynı
Role yapışma halleri bizim diziler ve filmlerde de var tabii. Her filmde aynı karakter oynanır mı?
Oynanıyor işte...
Bizdeki en büyük örnek Melis Birkan. Her yapımda bir başka Ada olarak çıkıyor izleyici karşısına.
Aslında role yapışmaktan çok aynı jest ve mimiklere yapışmak söz konusu.
Bizde role yapışmak haricinde bir de ekstradan “magazinde sık çıkmış yüz” etkisi oluyor.
Yalan söylemeyeceğim, Ejder Kapanı’nda Berrak’ı gördüğüm zaman belli bir süre onu “Berrak Tüzünataç”lıktan çıkaramadım.
Çok isim var insana böyle hissettiren... Mesela Çağla Kubat’ın olduğu bir dizide eğer deniz kenarında çekilen bir sahne varsa, rüzgar sörfüyle uzaktan görünmesini bekliyorum...
Kimi zaman da kendilerine yapışıyorlar... Cansu Dere örneği bu noktada isabetli olur tahmin ediyorum. Bir tane karakter bellemiş, hangi dizide, hangi filmde oynarsa oynasın aynı kişi. Göz kırpıştırması bile değişmiyor.
Güzel yazan senaristlerimiz de olmasa aynı oyuncuları farklı dizilerde izlemek tam bir işkence olacak...
Uğur Yücel’den akıllı manevra
Az önce hafiften irdelediğim gibi, bir role yapışmak fena iş ama geçen hafta Ejder Kapanı’nı izlediğimde “ıyi ki Kenan ımirzalıoğlu ‘iyi yürekli, kuvvetli adam’ rollerine yapışmış” dedim... Eğer Kenan’ı, “yine benzer karakterdeki bir adamı oynuyor” diye izlemesek, bana kalırsa film bu kadar etkileyici olmazdı...
Ejder Kapanı’ndaki karakter ımirzalıoğlu’na değil de mesela Halit Ergenç gibi bir oyuncuya verilseymiş asla aynı etkiyi yaratamazmış.
Şimdi filmi izlemeyenler “ne diyorsun sen be Habitus” diye sızlanacaklar ama tam olarak neden bahsettiğimi söylersem The Sixth Sense filmini izlemeden önce “Bruce Willis de aslında ölüymüş” cümlesini duymuşa dönersiniz. O yüzden susuyorum ve Ejder Kapanı’nı izleyin diyorum.
Bu arada, Ejder Kapanı’na “CSI İstanbul” desem Uğur Yücel kızar mı acaba? Filmi izlerken “Bir sonraki bölüm olsa keşke” gibi bir hisse kapılıyorsunuz. Sahi, hep diziler film yapılır, bu defa da filmden bir dizi çıkarsalar ya...
Böylece bizim de eli yüzü düzgün bir polisiye dizimiz olur...
Paylaş