Paylaş
Binlerce yıl öncesinden bahsediyorum.
Bugünkü gibi elimizdeki bilgiyi ne yapacağımızı şaşırdığımız, enformasyon bombardımanına tutulduğumuz, insanların hatta evrenin nasıl oluştuğunu bile çözdüğümüz bir dünyadan çok uzak olan, çok eskilerde kalan bir zamandan...
İnsan vücudunu bilmez, tanımazlarmış. Hastalıkların nedeni bilinmezmiş.
Kendi hayatlarının gözleriyle göremedikleri bir dünyanın kurallarına göre yönetildiğinin farkında değillermiş.
Mikrobiyolojinin keşfedilmesine daha yüzyıllar varmış. Dünyalarını yöneten gözle görünmez canlılardan haberdar olmadıkları ve bu canlıların yarattığı hastalıklara çare bulamadıkları gibi, kendi vücutlarının doğasını keşfetmeye de pek uzaklarmış.
Sinirler, hormonlar, iç organların çalışma sistemi, beynin fonksiyonları, kalp... Gözleriyle görmedikleri bir “iç dünya”, esasında onları yönetirmiş ama insanlar henüz bunun farkında değillermiş. Dokunabildikleri, görebildikleri bir dünya değilmiş çünkü bu... Varlığından bile habersizlermiş.
Peki bugün ne biliyoruz?
İnsan beynini biliyoruz. Kadın beynini, erkek beynini biliyoruz. Bedenimizi en minik yapıtaşına kadar çözmüşüz, onu tanıyoruz.
Mesela, insanların, hormonların esareti altında, çocukluğundan yetişkinliğine ne evreler geçirdiğini biliyoruz.
Mesela, depresyona “nedensiz” giren bir genç kızın bunu şımarıklığından yapmadığını, vücudundaki hormonal değişikliklerin yönettiği bir canlı haline geldiği için istemeden “dalgalandığını” biliyoruz.
Mesela, 10-11 yaşından itibaren testosteron hormonunun hücumuna uğrayan erkek bedeninin gelişim, ergenlik sürecini takip edebiliyoruz.
Erkeklerin, ergenlikte hayatlarının büyük kısmının cinselliğe odaklanacak şekilde evrilmesinin, bunu “sapık doğalarından ötürü” değil, basit bir biyolojik süreçten geçtikleri için gerçekleştiğini biliyoruz.
Bunları biliyoruz ama... “Bilgi çağı” nasıl işimize yaramıyor, onu nasıl reddediyoruz, nasıl bin yıl öncesindeki gibi yaşamak zorunda bırakılıyoruz, size anlatayım.
Vermeyiz kardeşim!
Genç kızlık hezeyanlarını dünyadan bihaber ebeveynlerinin dünyası içinde çaresizce geçiren genç kadınlar veya hayatının cinsellikten ibaret olduğu yılları bunu bastırarak yaşayan genç erkekler, gün oluyor adının başına “yönetici” sıfatı alıyor.
İnsanlığı anlamak için, bin yıl öncesine ait “ahlak” kurallarına, insan psikolojisinden, insan bedeninden, tıptan, bilimden uzak düşüncelere kulak veriyorlar.
İşte zaman bir ülkede hayatın az çok düz bir çizgide ilerleyebilmesi için gereken terazi, ortadan kalkıyor. O terazinin adı da “bilim”.
O teraziyi önüne koyup, her vatandaşına, kendi gibi düşünenlere ve kendi gibi düşünmeyenlere eşit mesafede olması gereken devlet, sadece belirli bir tarafı kollayan bir oluşuma dönüşüyor.
O terazi olmayınca, devletin, insanlarına bakmak için hizmet verdiği hastanelerde, kürtaj olmak istediği için kadınları cezalandıran bir canlı türü ortaya çıkıyor.
Vaktiyle, çok erken yaşlarda, çocukluktan yetişkinliğe geçerken bedenlerine, doğalarına vaktiyle savaş açmış ve doğal gelişim sürecini tamamlayamadan birer yetişkine dönüşmüş insanlar, aynen bin yıl öncesindeki gibi davranmaya başlıyor.
Bilmemekten gelen boşluklarını kendilerine göre çarpıttıkları ve doğru olduklarına körü körüne inandıkları birtakım değerlerle doldurup, toplum hayatını onlar üzerinden kontrol etmeye çalışıyorlar. “Senin bedenin benimdir” diyorlar. Devletin hastanesindeki vajina bekçileri, kadına bedensel ve psikolojik şiddet uyguluyorlar.
Yalnız... Bilmedikleri, farkında olmadıkları koca bir gerçek var: Herkesi kendileri gibi sanırlar.
Oysa kendi kapkara dünyalarının dışında, ışıl ışıl insanlar vardır etraflarında.
Onlar varken, biz varken, istedikleri kadar debelensinler, dursunlar.
İstedikleri kadar bedenimize sahip çıkmaya çalışsınlar...
Vermeyiz.
Vermeyiz kardeşim.
Paylaş