Aysun Kayacı “Kadınlar CEO olsa ayda bir kriz olur” dedi ya, 10 numara saptama.
Az bile söyledi. Tüm CEO’lar kadın olsa dünya yok olur! Atomlar kendini şaşırır! Stephen Hawking bile “Aa, ne oldu şimdi” der bu duruma. Her şey birbirine girer, size söyleyeyim. Tabii şimdi erkek egemen iş dünyasını meşru saydığım anlaşılmasın. Fifti-fifti olsak keşke. Gelelim neden tüm CEO’ların kadın olmaması gerektiğine. Kadınların sıkıntısı sadece ayda bir muayyen gün öncesi sendromu değil ki. Bunun kış depresyonu var... Durduk yere hiçbir sebep yokken depresyon var... “Bugün çok down uyandım” haletiruhiyesi var... Kocası, sevgilisi bütün gece poposunu dönüp uyumuşsa bunun gerginliği var... Büyük kavga edip gelmişse daha fena gerginlik var... Çok çalışmaktan elleri manikürsüz, saçları dip boyasız kalmışsa, çay aralarında “Bizim patron da pek hırpani, şekerim” gibi dedikodulara mahal vereceği paranoyası var... Tabii tüm bu saydıklarım bir yere varıyor esasında. CEO’sundan stajerine, kadınların iç dünyalarında olanlar birbirinden çok farklı değil. Kadın elinde kırbacıyla gezmiyorsa bunların hiçbirine fazla kızmamak lazım. Herkes işindeki pozisyonunun müsaade ettiği kadar “kadınlık halleri”ni yaşıyor. Aslında şöyle bir rahatlasak, şu “kızsal mazeretler”imizi evde bıraksak bence hiç fena olmaz. “Drama queen” olmaya gerek yok. Diyelim ki sabah kalktın, gözlerin Mustafa Altıoklar gibi bakıyor. Olsun, ne yazar? Takarsın güneş gözlüğünü, çıkarsın. Buna sinirlenmeye gerek yok. Fakat kadınız işte, şişik bir göz altı, kötü geçecek bir günün ilk emaresi. Gülüyoruz da, kadın-lık hali dediğimiz böyle bir şey aslında. Kim buna çare bulmuş ki? Hele gelsin bir nisan-mayıs ayları, bakınız nasıl gevşiyor gönül yayları. Pamuk helva gibi, bonbon şeker gibi olacağız Allah’ın izniyle, az kaldı. Bu aralar sürekli yağmurlu ya, ben de aynen depresyonda. Evde sürekli yatay pozisyonda, mutsuz, sürekli yemekteyim cips ve baklava...
Cep telefonunu denizlere atacağız!
ıki gün önce buluştuğunuz ve nefis fizik-kimya tutturduğunuzu sandığınız adamdan telefon bekliyorsunuz. Her dakika tetiktesiniz, telefon elden düşmüyor. Kapı ziline, dışarıdaki bekçinin düdüğüne, izlediğiniz filmdeki adamın telefonunun sesine bile irkiliyorsunuz. Bu uzun bekleyişlerden sonra nihayet telefon ötüyor... Sonunda! “O” arıyor! Telaşla telefonunuza saldırıyorsunuz. Fakat... Gelen arama... Bir bankadan! Nasıl bir hayal kırıklığı... Ve bu banka sizi günde 3 öğün arıyor. Mesaj gönderiyor. Kredi vermek istiyor, kredi kartı vermek istiyor. Geçen gün bizim Elele’den bir arkadaşım çıldırdı ve “Allahaşkına bana bu bankanın CEO’sunun telefonunu bulun! diye haykırdı. Hayrola dedik, ne oluyor. “Bu adamın bankası beni günde 3 kere aramak ve fırsatlarını anlatmak konusunda bir sakınca duymuyor, ben de her gece arayıp ona bu ay dergimizde neler var, bir bir anlatacağım!” dedi. Komikliğe vurdu işi ama çok haklıydı. Bu bankaların durumunu taksicilere benzetiyorum biraz. Hani yolda beklersiniz ve önünüzden geçen taksi yüz kere selektör yapar, kornaya basar, yavaşlar... Sanki taksiye binmeye niyetim yokken onun kornasıyla “Aaaaa? Taksiye binsem ya?? Bunu niçin daha önce düşünemedim, hay Allah” diyecekmişim gibi. Taksiye binmeye ihtiyacım varsa binerim. Binmeyeceksem de selektör, korna fikrimi değiştirmeyecek herhalde. Israra gerek yok yani. Bankalar da ısrarcı taksiciler gibi. Kredi ihtiyacım varsa ararım bir bankayı, koşullarını öğrenirim. Ama durduk yere, hele de bir banka aradı diye kredi ya da kredi kartı alacak değilim. Zaten kriz mriz. Ayrıca telefonumuzu nereden buldunuz? “Ne münasebet!” demek istiyorum size. Bu ısrarlı aramalarınızı bırakınız efendim. Kredinizi de istemiyoruz kredi kartınızı da. Kime sorsam aynı sıkıntı. Olur olmaz zamanlarda aranmak, mütemadi bir mesaj trafiği... Bir şeye ihtiyacımız olursa sizden almayacağız, toplu yemin ettik.