Melike Karakartal

Yassah kardeşim!

3 Mart 2011
Lig TV maçlarını kanunsuz yoldan yayınlayan bir blogger yüzünden malum, günlerdir gündemimiz yasaklar...

Nasıl işse bu, bir blogger, Lig TV’nin maçlarını kanunsuz yoldan yayınlıyor ama cezayı çeken bu kanun dışı iş yapan kullanıcı değil, tüm bloggerlar oluyor. Yani bir anlamda, mahkeme diyor ki, “Ey blogger, sen de bu suça ortaksın, seni de cezalandırıyoruz...”
Şimdi, kanun dışı yayına önlem almak içerik ve yer sağlayan tarafın görevidir, bunu yapmadığı takdirde Digiturk’ün dava açma hakkı doğar, -ki bu hakkı kullandı-, kanun dışı bir durum söz konusu olduğu için süreç Digiturk’un lehine işler, kanun dışı yayın yapan bir siteye tedbir kararı uygulanır. Olayın özeti aslında budur. Bu süreçte bir yanlışlık yok, ancak bundan sonrasında var.
Suç unsuru oluşturacak işi yapan bir adet sitenin binlerce kullanıcısı değil, bir kişi.
Bir kişinin kanun dışı işine önlem alınmaması, yıllarını bloglarına vermiş insanların vakitlerini çalmakla kalmadı, buradan ekmek yiyen, buraya bel bağlamış insanların da doğrudan hayatlarını etkiledi.
Genel olarak Digiturk’e yüklenilse de, şirket, kendi yasal hakkını kullandı. Dolayısıyla tepki adresinde bir yanlışlık var. Ha, tabii aldırttığı karar sonucunda binlerce insanı mağdur edeceğini ve bu mağduriyetin kendisine bir öfke bulutu olarak geri döneceğini hesap edemedi.
Belki de bu kararın konuyla ilgisi olmayan binlerce bloggerın müşkül durumda kalmasının vicdani sorumluluğunun tamamen karşı tarafın olacağını düşündü...
Eğer durum böyle ise, bunu yeterince anlatamıyor, çünkü her geçen gün, tepkiler Digiturk’e yönelmiş biçimde çığ gibi büyüyor.

Yazının Devamını Oku

Bi’ 5 kilo versem!

2 Mart 2011
Yılın en fena ayına hoş geldin sevgili 5 kilo fazlası olan Habitus okuru. Ben bu işi hakikaten anlamıyorum bu arada, kime sorsak iki değil, dört değil, beş kilo fazlası var.

Bu, aslında her sene kasımda başlayan, martta tepe noktasına ulaşan, becerenler için yazın olmayan bir konudur. Lakin sonbaharda alınan kilolarla birlikte tekrar gündeme gelir, böylece “senelik döngü” tamamlanmış olur.
Yazın biraz hafiflemeyi becermiş kadın, eylülde yaz bitti mi baklavaya, böreğe ve sıcak yemeğe hayır diyemez.
Soğuyan havalarla birlikte yemek yerken kendinden geçen, tatlı krizinden tuzlu krizine koşan bu kadınlar –ki ben de bu gruba dahilim- kasım dedin mi yazın verdiği beş kiloyu almıştır.
O kiloyu alana dek geçen vakit pek güzeldir, “havalar soğuk, enerji lazım” bahanesi arkasına sığınan bünyeyi beslersin de beslersin, kalori-lokma hesabı yapmazsın...
Sonra bir bakmışsın, o yemekler löp löp et olmuş, göbeğe, kalçaya bağlanmış. Yazın girdiğin pantolona ancak kolun girer olmuş.
“Beş kilo fazlam var”cıların tüm kış boyunca süren hezeyan halini hızlandıran başka birtakım etkenler de bulunuyor tabii.
Berbat bir hava, iş-güç, dert-tasa, o onu dedi, bu bunu dedi, yalnızlık-mutsuzluk, ilişki sıkıntıları, endişe, stres bir yana koy, üstüne bedene o beş kilo da eklenince ver elini kış depresyonu.

Yazının Devamını Oku

Bir Oscar da böyle geçti...

1 Mart 2011
Oscar gecesi... İmkan varsa canlı canlı izlenmeli..

Salonu kahve, enerji içeceği, meyve gibi sabaha kadar ayakta tutacak mühimmat ile donattıktan sonra kuruldum efendim televizyon başına.
Önce kararsızdım, OTRC (On the Red Carpet) yayınını aktaran NTV’den mi takip etsem, yoksa E! Channel’a mı baksam dedim, bir zapping süreci yaşadıktan sonra E!’de karar kıldım.
Bir yandan da Twitter’da nabzı yokladım. Genel olarak E! Channel olumlu yorumları toplayan taraf oldu. Kırmızı halı faslından sonra kâh Cnbc-e, kâh NTV ile yola devam ettim.
-Bu sene, dedim ki, Nicole Kidman’ın Kodak’ın komşusu Madam Tussauds’da bulunan balmumu heykeli canlanmış da gelmiş. Yapılan yorumların gerçeklik payı var, kendisi yüzünü hâlâ oynatabildiği için bir ödülü hak ediyor.
-Mila Kunis için “Acaba kendisi yeni Marion Cotillard” mı dedim ama sonra vazgeçtim. Kendisi yeni Hakan Ural’dır çünkü. Hayır yani, bu kadar fazla dudak yalanmaz ki arkadaş. Zaten kırmızı halıya sakız çiğneyerek geldi. Bu ne rahatlıktır, bu ne şımarıklıktır arkadaşım.
-Sempatik olmak için çırpınıp antipatik olmayı başaran sunucu Anne Hathaway kırmızı halıda belirdiğinde dedim ki, kaçın, kırmızı halı canlandı, üzerimize geliyor. Kırmızı halının üzerinde kırmızı giyilir mi kardeş! Ben Oscar’a gitsem, kesin yeşil ya da kırmızının üzerinde parlayacak bir şeyler giyerdim. Buradan sevgili Hollywood oyuncularına seslenmek istiyorum, yanlış yapıyorsunuz.
-Scarlett Johansson’ı buradan kınıyorum. Kendisi perde giydiği yetmezmiş gibi bir de saçını taramamış.

Yazının Devamını Oku

Çorbanın kitabı

26 Şubat 2011
Şu hayatta insana huzur veren şeyler listesi yapsam, herhalde “çorba”yı ilk 3’e rahatlıkla yerleştiririm. Terapi gibidir, yapması ayrı, yemesi ayrı zevklidir.Bu hafta elime Ebru Omurcalı’nın yazdığı “Çorbanın Kitabı” geçti, derhal paylaşayım istedim. Birkaç sene önce bir haber için koştururken tesadüfen tanımıştım Ebru Omurcalı’yı. Ataşehir’de, ‘Çorba da Çorba’ isimli güzel bir mekanı vardı. Tabii şimdi “çorbacı” deyince göz önüne belirli bir model dükkan geliyor ama onunki sadece çorba satan bir “çorba restoranı”ydı, pek alışıldık bir konsept değildi yani.
Dünyanın her yerinden çeşit çeşit çorbayı önünüze getiriyordu, üstelik çok çeşit olmasına rağmen, çorbalar doğru formüllerle ve ciddi lezzetli yapılıyordu. Dolayısıyla mekanın yükselmesi kaçınılmazdı. (O zaman adı Çorba da Çorba idi, şimdi Shorba.)
Aynen dediğim gibi oldu, alanında şöhreti aldı yürüdü. Hatırlayanlar olacaktır... İki ay evvel Hürriyet Cuma’da yayınlanan en iyi 10 çorbacı listesinde ilk sıradaydı. Ebru Omurcalı, restorandan sonra bu defa kitap işi için kolları sıvamış. Sahip olduğu 3000’e yakın çorba tarifi arşivinden 154’ünü seçmiş ve kitaba dönüştürmüş. (Çorbanın Kitabı, Alfa Yayınları) Eğer kütüphanenizde yemek kitaplarına dair bir bölüm varsa, tam arşivlik iş, muhakkak alın, koyun.

“Google yemeği” tatsız oluyor!

Geçenlerde Cengiz Semercioğlu ve Ahmet Örs ile birlikte The Ritz Carlton’un çok genç (33 yaşında) ama pek başarılı şefi Ali Ronay’ın kış mönüsünü denedik. Hazır yemek muhabbetini bulmuşken dedim ki, ne olur, beni şu Google’dan kurtarın. Eh, mesele yemek yapmaya gelince artık ilk başvurulan kaynak internet, malum. Kimsenin tarif kitabı karıştıracak vakti yok. Eski anne defterleri, eski yemek kitapları “hatıra” diye duruyor. Artık yemek yapılmıyor, yemek “söyleniyor.”
Fakat bana sorarsanız, bir evde yemek pişmeli sevgili sıcak yemek hasreti çeken Habitus okuru. İnsanın içi kurur ayol. Ben de arada içimdeki ev kadını beni dürter de üşenmezsem bir şeyler pişirmeye çalışıyorum ama genellikle el ayarım olmadığı için illa bir şey fazla ya da eksik kaçıyor. Google’lıyoruz da, bu yöntemle yemek yapmaya çalışmak dünyanın en berbat, ruhsuz işi.
Dedim ki, ne olur bana yol yordam gösterin. Ahmet Örs diyor ki, “En iyi referans, Ekrem Muhittin Yeğen’in kitaplarıdır.”
Bir de “anne defteri” edinmeyi öneriyor. Beğendiğin yemekleri not edeceğin bir defter yani. “Onları temel al, üzerine kendi tarzını geliştirirsin” diyor. Haklı bu arada, anne köftesinin, pilavının tarifini bir kenara not etmek lazım mesela. Yemek yapma gazına geldiğim bir sonraki sefer karıştırmak üzere Yeğen’in birkaç kitabını aldım, kütüphaneye tıktım. Tavsiye ederim, hakikaten dediği gibi, yemeğin ABC’si için google’lamak kolaycılığına kaçmamalı, bu kitaplara bakmalı.

Düşünce gücü!

Dün dizilerin hayatımıza etkilerini yazarken çok önemli bir maddeyi unutmuşum: Düşünce gücüne inanmak. Biliyorsunuz, dizilerin süresi uzun olunca, bir noktada araları doldurmak gerekiyor. Lafını söyleyip yirmi dakika karşındakinin suratına bakıyorsun. Bence bu yöntem gerçek hayatta son derece faydalı olabilir. Bir düşünün: Karşınızdakine o kadar uzun süre bakacaksınız ki, kafatasınız eriyecek, niçin baktığınızı, ne konuştuğunuzu unutacaksınız. Eğer önemli bir konu konuşurken olayı kaynatmak istiyorsanız bu yöntem şahane çalışır, bakın söylüyorum.

Kız kıza çıkmak üzerine

Evvelki gün malum mesele ile ilgili birkaç kelam ettikten sonra birçok okur maili aldım. “Eve mi kapanacağız, nasıl şey öneriyorsun sen öyle, erkeksiz çıkacağız tabii, çıkalım ki onlar da bunun normalliğini öğrensinler” cümleleriyle özetleyebileceğim maillerdi bunlar.
Konuyla ilgili son olarak şunu söylemek isterim: Genellikle her türlü kadın-erkek diyalogunu, temelde erkeğin bastırılmış cinselliğinin yönettiği, ahlak kavramını kadınların bir organına sabitleyen bir toplumun erkeklerinin, kadınla “normal” bir ilişki kurabilmesini öğretmek keşke o kadar kolay olsa. Niyet doğru ama öğretme yöntemi yanlış...
Çok uzuuuun zaman alacak ve ta çocukluktan kafalara yerleşecek, öyle değişecek bir konu bu bana kalırsa. O yüzden hepimize kolay gelsin.
Yazının Devamını Oku

Dizilerin hayata etkileri

25 Şubat 2011
Dizilerin sadece günün modasına ya da günlük konuşmalara etkisi olduğunu sanıyorsanız, çok yanılıyorsunuz. Geçen de konuştuk ya, artık dizi izleyen her insan her türlü ortamda fon müziği bekler oldu diye. Diyelim ki, biriyle gerginlik yaşıyorsunuz, ortamdaki elektrik had safhada. Şöyle bol kemanlı, bol gıygıylı bir nağme hoş olmaz mıydı. Bence olurdu.
Hatta bazen kalabalık ortamlarda manasız sessizlikler olur ya, birinin “Ayy kız doğdu” demesine mahal vermeden dört bir koldan girse o keman...
Kimse o tuhaf sessizliğin gerginliğini yaşamak zorunda kalmazdı. İşte bunları düşünerek, her türlü muhabbete uygun playlist’ler hazırladım kendime. Hepsi de aynı dizi müzikleri gibi.
Mesela çok gergin bir ortam varsa ve daha da germek istiyorsam hızlı ve bol kemanlı-orkestra destekli; dikkatlerin üzerimde olmasını istediğim bir zamanda üç kemanlı-orta hızda, dramatik anlarda ise tek kemanla müthiş etkiler yaratacağım süper şarkılar hazırladım.
Takıyorum teybe, çalıyorum. Size de tavsiye ediyorum.

Son zamanlarda takip ettiği diziler sayesinde cama yüzünü, konuştuğun kişiye sırtını verme hissiyatım da coşmuş durumda. Bu taktiği ilk Cesur ve Güzel’deki Brooke’tan öğrenmiştim. Yüzünü cama vere vere, sırtını Ridge’e, Eric’e döne döne Forrester malikanesini hakimiyeti altına almıştı yemin ediyorum. Hürrem bile yapamadı onun yaptığını. Bakınız hâlâ ağlıyor zavallıcak, çocuğa meme veremedim diye. Az sırt döndüğü için oluyor bunlar hep. Dönüverseydi Valide Sultan’a, bakın neler oluyordu. Bana kalırsa bu taktiği derhal uygulamalı.
Ha, ben de uyguluyorum bu arada, nefis oluyor. Sıkıntılı bir ortam oldu mu, hop, hemen camın yanına gidiyor, dönüyorum sırtımı. Ne dert kalıyor, ne tasa.

Muhteşem Yüzyıl’dan sonra, “lülenin gücü”ne de inanmaya başladım.
Aslında biraz daha geriye gitmem lazım. Lülenin gücüne inanmam, Victoria’s Secret defileleriyle başladı. O defilelerde de bir tane düz saçlı uzunbacak göremezsiniz mesela. Hepsinin saçında bir lüle, bir hacim.
Hacimli saçta keramet var arkadaş. Bundan böyle maşadır benim en yakın dostum.
Saçınız yeterince uzun değilse, postiş desteği alabilirsiniz. Saçlar bele kadar gelmeli, lüle yapınca nispeten kısalacak çünkü. Orta uzunlukta saçı lüle yapmaya kalkarsanız, XIV. Louis’ye dönersiniz.

Lülenin gücüne inandığım gibi, “Pinokyo ağzı”nın gücüne de inanıyorum.
Bu modeli de anlatmak çok zor ha. Bir deneyeyim bakalım.
Şimdi efendim, önce aklınıza Çocuklar Duymasın’da Pınar Altuğ’u ya da Nuri’deki Meltem Cumbul’u getirin.
Bu arkadaşların, karşılarındaki koca olacak adamlara sinirlendiklerini düşünün. Böyle bir yandan kontrollü, bir yandan laf sokmalı bir tartışmaya girmişler diyelim. Hah, işte tam o anda ağzın aldığı o şekil, Pinokyo ağzıdır. Böyle alt dudak “Yaaani, sana inanmıyorum” cümlesini kurduğu andaki mimiklerle aşağı doğru çekilirken, gözler yuvarlanır. Bir güzel öflenir. Bu da işe yarıyor vallahi.

Ya erkekler?

Polisiye dizilerdeki “pejmürde ama kendine güvenli” insan modeli hoş bir seçenek. “Serseriyim ama dürüst bir insanım” kanalından bütün genç kızların sevgilisi olabilirsiniz.

Tabii erkeklerde “burun deliği gücü”nü de atlamamak lazım. Bakınız Kenan İmirzalıoğlu, burun deliklerini açıp açıp kapayarak bir efsane yarattı. Yöntemimiz basit efendim. Bir konuşma yaparken tansiyon yükseldi mi, hop, açacaksınız burun deliklerinizi. Aç-kapa-aç-kapa, tüm konuşmaları doğru tonlamalarla birlikte, böyle yapacaksınız. Bakınız nasıl da etkileniyor insanlar.

Az ve öz konuşmanız lazım. Öyle lak-lak yapacak zaman yok. Ennn gergin ortamda, hatta ölüm tehlikesi altında iken bile karşınızdakine “hayat dersi” verecek 4 kelimelik bir cümle kurma becerisine sahip olacaksınız. Lüzumlu cümleler için atasözleri ve deyimler sözlüğü okuyunuz.
Yazının Devamını Oku

Kız kıza gece çıkmak

24 Şubat 2011
Dün Onur Baştürk, okurları aracılığıyla soruyor: İki kelam eşittir yatak rezervasyonu mu?

Bu soruya ne yazık ki “Evet” yanıtını vereceğim. Erkeklerin çoğu için öyle, hatta çoğu zaman konuşmaya bile lüzum olmayabiliyor. Bu durum, birçok kadını gece çıkmaktan soğutan şeylerin başında geliyor.
Bir partidesiniz diyelim. İki kızsanız yanarsınız. Erkekler Osmanlı ordusu taktikleriyle gelirler. Kadın grubunu hilal biçiminde çepeçevre sarmalayan erkek grubundan kaçış yoktur. En sağlamı her zaman yanınızda (maalesef) erkek arkadaşınız olmasıdır. Sevgiliniz olması şart değil, iyi bir erkek arkadaş, ağabey, ne bileyim, kuzen...
Kısacası, sizi “bacı” olarak gören birini kalkan etmek, geceyi sıkıntısız geçirmenin anahtarıdır. Eğer yanınızdaki hemcinsinizse, gece muhakkak “olaylı” olur.
Her gece sokağa çıkan kadını “aranıyor” sanan erkekler yüzünden yeni bir tür kadın profili ortaya çıkmış durumda bu arada, bilmem hiç dikkatinizi çekti mi. “Yanımda erkeksiz çıkmam” diyen ve asla, hiçbir mekana kız kıza gitmeyen ama eğlenmeyi çok seven kadınlar bunlar.
Diyelim ki gece plan program yapıldı, hazırlanıldı, süslenildi, tam çıkılacak, hop, erkek tarafından bir telefon geliyor. Bir mani var, bu akşamki planı iptal ediyorlar. Gelemeyecekler. Diyelim 3 kız 2 erkekten oluşan bir grup bu...
Ne oluyor biliyor musunuz? Kızlar hiç “Aman gelmezlerse gelmesinler, haydi çıkıyoruz” demiyorlar. Giyindikleri gibi soyunuyorlar, pijamalarını giyiyorlar ve evde kalıyorlar. Erkek arkadaşlar ne zaman müsaitse, o zaman gece dışarı çıkılıyor.
Aslında basitçe “kendilerini emanet edebilecekleri erkekler” ne zaman müsaitse.

Yazının Devamını Oku

Kadın büyükse, sıkıntı var!

23 Şubat 2011
Erkeklerin, kadınlardan geç gelişmesi, bir şehir efsanesi midir, değil midir bilmem ama kadınlar arasındaki bir numaralı muhabbetlerden biridir. Ergenlik yılları için konuşacak olursak, doğrudur da, 17-18 yaşındaki halinizi bir hatırlayın.

Siz “yetişkin” görünümüne erişmişken sınıfın erkeklerinin sakalları yeni çıkar olurdu.
Tabii 16 yaşında sakalları çıkmaya başlamış Fred Çakmaktaş’lar vardı ama “Bebek poposu cildi ve kafasının arkasındaki girdapla ön sırada oturan çocuk” herhalde size daha tanıdık gelecektir. Bir de bebek poposu cildi, kafasındaki girdabı ve leylek boyuyla arka sıraları süsleyenler vardı tabii. Geçen sene sizin yarınız kadarken bir sene içinde Yeşil Dev Hulk hızıyla büyümüş bir sürü adam görünümünde çocuk...
İki-üç yaş büyükler kızların duygu dünyalarına hitap etme becerisine sahiplerdi tabii, bizim bebe suratlar top peşinde koştururken öbürleri “jest” filan yapabiliyorlardı.
Hal böyle olunca, kızlar, okuldaki yaşıtlarından ziyade, yaşça biraz daha büyük erkeklerden hoşlanırlardı.
Ergenlik yıllarındaki “Erkekler daha geç olgunlaşıyor” iddiasını, ilerleyen yıllarda, 20’li ve 30’lu yaşlara da adapte ettik.
20’lerde iken yaşıtlarımızın aklı bir karış havada idi ve henüz hayatlarını kuramamışlardı, o yüzden “büyük erkek” lazımdı. 30’lara gelindiğinde ise yaşıtlarımızı “çok kafası karışık” bulduk, ne istediklerini bilmiyorlardı.
Onlar yerine görmüş, geçirmiş, en az 8-10 yaş büyük bir erkek arkadaş ya da koca daha uygundu.

Yazının Devamını Oku

Su kabağı yetmez “meşe odunu” lazım

22 Şubat 2011
Üç bin İngiliz kadına sormuşlar, en çok su kabağı tipi vücutları beğendikleri ortaya çıkmış.

Aslında modadan ziyade, koşullara ayak uydurmak olarak tanımlamak lazım bu durumu.
“Madem kilo veremiyoruz, artık tığ gibi olmak büyük efor gerektiriyor, araziye uyalım bari” demiş herhalde İngiliz kadınları.
Tabii ne yalan söyleyeyim, bu haberi duyunca rahatladım. Yavaş yavaş ince bel takıntısından uzaklaşıyoruz demek ki. Etli butlu kadınlar yükselişte.
Tabii “su kabağına evet ama yetmez” demek istiyorum şu noktada. Bir sonraki adım “meşe odunu bel modası” olmalı.
Valla yapacak bir şey bulunmuyor bu konuda, belimiz kalınlaşıyor.
Oturarak çalışan kadın evrim geçirdi geçirecek. Baksanıza kum saatinden armuda döndük, sesini çıkaran yok.
Bir defa, insan vücudunun doğasında yok bu kadar oturmak. O kadar hareketsiziz ki, beş dakika yürümek bile artık çoğu kadının vücudunda tokat etkisi yapıyor.

Yazının Devamını Oku