15 Mart 2011
Bu haftaya pek tatsız başladık sevgili karamsar Habitus okuru. Eh, ben de biraz acı biber tadındayım haliyle.
- Acı haberi köpürtenlerden: Japonya’da yüzyılın depremleri arasında yer alan korkunç bir felaket gerçekleşiyor, olayın ilk gününde canlı bağlantılar yapılıyor, dakika dakika gelişmeler büyük merakla izleniyor... “Büyük felaket haberini veren ilk insan” olma yarışındaki kanalların heyecanı büyük. Tabii, sunucuların ve haber aktaran herkesin de öyle.
Mesela birinde, canlı bağlantı yapılmış, son durum aktarılacak, ölü-yaralı sayısı bildirilecek. Sunucu muhabire soruyor: Çok mu ölü var? Çok mu bina yıkıldı? Çaresiz bir atmosfer mi hissediliyor?
Bakın dikkatinizi çekiyorum: Kaç ölü var? Değil “Çok ölü mü var?” diyor sunucu. Çok bina yıkıldı mı diye sormuyor, “Çok mu bina yıkıldı?” diyor. Çok istiyor yani bunu. Çok istiyor ölü sayısı çok olsun, ülke yerle bir olmuş olsun ki büyüüüük haber değeri olsun.
O haberi ilk o versin ve en etkili şekilde versin. Çok dram olmasa da ortalıkta, önce ortalığı velveleye verelim ki dram varsa dört ayak üstüne düşelim, yoksa bile fazla köpüğün kimseye bir zararı dokunmaz, değil mi?
Valla ne diyeyim, ilkeli habercilik önemli iş...
- Kötü kalpli magazinden: Biliyorsunuz, izliyorsunuz, kimi magazin programları, ünlüleri, sokakta yürürken burunlarına kamera dayamak suretiyle saçma sapan soru yağmuruna tutuyor, yanıtlamadıkları ya da tersledikleri anda aldıkları görüntüleri kolajlayıp çirkin ithamlarda bulunan bir dış ses eşliğinde yayınlıyorlar.
Buna da magazin denmesi enteresan tabii.
Yazının Devamını Oku 12 Mart 2011
Dizilerin zor koşulları malum.
Çok uzunlar, tüm diziler oyuncular için ideal çalışma koşulları vaat etmiyor, vs. Fakat benim itiraz ettiğim bir konu var ki, bir çözümü bulunacak gibi de görünmüyor:
Yakın plan kelle.
Kelleye zoom yapmak suretiyle dizileri uzatmak, vakit kazanmak için kullanılan yegane çözüm haline gelmiş olmalı.
Yoksa niye oyuncuların cilt gözeneklerini izleyelim ki?
Bu öyle bir durum ki, bir anda salonunuzu bir güzide oyuncumuzun suratı kaplayıveriyor. Oyuncumuz bakıyor, bakıyor, bakıyor, bir cümle söylüyor, bakıyor ve bakıyor...
Diziye orta yerinde izlemeye başlayan bir insan olsanız, oldu da (imkansız, ama neyse) tekrarları kaçırırsanız, meseleyi anlamanıza olanak yok.
Çünkü bir çift göz, iki adet al yanak, bir adet hafif aralık dudak var ekranda.
Yazının Devamını Oku 11 Mart 2011
Evet, lazım. Eski köye yeni adetler lazım, sevgili hayat koşullarına ayak uydurmak için çabalayan Habitus okuru. Şöyle ki;
Nikaha davetlisiniz, ne alacağınızı-takacağınızı mı bilmiyorsunuz? Efendim, artık düğünlerde altındı, paraydı, bunlara gerek yok. Gelin ve damada birkaç litre benzin getirin. Yine zamlandı ya hani. Makbule geçer. Acaba diyorum benim arabayı çizgi film Taş Devri’ndeki gibi bacak gücü ile çalışır hale mi dönüştürsem. Hem spor da olur, kilo veririm fena mı.
Blogunuz mu kapandı? Fırsat bu fırsat deyin, günlük yazmaya başlayın. Defterli kalemli böyle. Sıkıntı tamamen geçtiğinde, yazdıklarınızı sanal ortama geçirir ya da fotoğrafını çeker, koyarsınız. Bu arada, çok enteresan, kalemle yazı yazmayı unuttuğunuzu göreceksiniz.
Geçen hafta “Defter-kalem yine moda olur mu?” demiştim hatırlarsanız. Hazır bu konu gündeme gelmişken, biraz bilgisayarı bırakayım, elimle deftere yazayım dedim, aldım 0.9 kalemimi (evet, lisede 0.9’cuydum), uçlarımı, silgimi, oturdum masanın başına. Biiir, yazım çirkinleşmiş, ikiii, kesinlikle deftere yazamıyorum! Bilgisayarda otuz saniyede yazacağım kelimeleri deftere neredeyse üç dakikada döküyorum.
Yahu, bu işlere defterle-kalemle başladık hepimiz, nasıl olur bu!
Derhal kurşunkalemleri sıraya dizdim, şimdi her gün egzersiz yapıyorum. Deftere yazı yazma egzersizi. Resmen ilkokul bire döndüm.
Hayır Cengiz, hayır!
Pazartesi günü Cengiz Semercioğlu, Hülya Avşar’ın Tuba Büyüküstün ve Beren Saat için “yerimi alamazlar” demesini eleştirdi, “İkisini bir kanala, Avşar’ı bir kanala koyalım, bakalım kim izleniyor?” dedi. O gün itiraz edecektim ama 8 Mart’a odaklandık, buna bir türlü sıra gelmedi. Ben buna bugün itiraz edeceğim müsaadenizle.
Yazının Devamını Oku 10 Mart 2011
Efendim, şimdi hakikaten o klişe-ötesi “kadın aklı, erkek aklı” meselelerine girmek istemiyorum ama bazen gerçekten o kadar farklı noktalarda oluyoruz ki karşı cinsle, insanın saçını başını yolası geliyor.
Misal, evde sevgiliyle buluşmak için hazırlanıyorsundur. Geçersin aynanın karşısına, tam 45 dakika, saçınla oynarsın da oynarsın.
Düğün topuzu yapmış gibi görünmesin diye “öylesine toplanmış ama aslında dağılmış gibi de sanki” görünümü için uğraşırsın. Perçemini, lülesini doğru yerlerden çıkardığın ve mükemmel oranı yakaladığın anda “Hah” dersin, tamam...
Yataktan yeni kalkmış Angelina Jolie topuzu yapmış olmanın verdiği hoş hislerle aynanın karşısından ayrılırsın.
Tam salına salına yürümekte, kirpiklerini kırpıştırmakta iken adam der ki: “Saçını taramamışsın.”
Allah Allah!
Malum, mevsimlerden kış. Sarayda salınan haseki gibi gezemiyoruz evlerimizde. Bir eşofman altı, sonracığıma, belki bir tayt, üstüne bol bir kazak...
Ve hatta şu aralar bere ve atkı... Ha, “Nene patiği”ni de atlamayayım tabii. Bu havalarda nene patiği candır.
Yazının Devamını Oku 9 Mart 2011
Pek muhterem okurlar diyorlar ki, “Yahu sevgili Habitus, sen kadın-erkek ilişkileriyle ilgili yazarken hep kötü erkeklerden bahsediyorsun. Birazcık da ‘kötü’ kadınları yazsana. Yani hiç mi makul erkek yok? Varsa yoksa ‘Bir takım kötülükler yapan erkekler ve diğer yanda da dünya meleği kadınlar!’
Şimdi makul erkeklerin olmadığını söylemek, her konuda erkekleri suçlamak değil maksadım lakin kadına karşı şiddet ve ayrımcılık almış başını yürümüşken, iyi adamları –şimdilik- bir kenara koyup nefret ettiğimiz profildeki adamlardan bahsetmek lazım daha ziyade.
Ha, erkek egemen hayattan memnun kadınlar da var tabii. Toplumun körü körüne bağlanmayı tercih ettiği, kangren olmuş ama fark edilmeyen, fark edilse de normalleştirilen kadın algısının sürmesini sağlayan tipte kadınlar...
Mesela, eskiden sosyalliğiyle, neşesiyle magazin sayfalarını dolduran ünlüler (ve ünsüzler) evlenip çocuk sahibi olduklarında bir anda Rainier ile Monako’daki saraylarının balkonundan el sallayan Grace Kelly’e dönüşürler, bilirsiniz.
Pervasız davranışları bir anda yok olur, “prime time”dan “gündüz kuşağı”na geçerler. Yüzlerinde çok hafif ve “saygın” bir gülümseme ile bakarlar objektiflere. Bir arızalı durum oldu mu, “Yaklaşmayın, güçlü ve ünlü kocam var yakar ha” mesajı verirler.
Yazının Devamını Oku 8 Mart 2011
Sadece kadına bakış/muamele konusunda değil, birçok konuda adalet duygumuzun sınandığı, mantık sınırlarımızın zorlandığı bir dönemden geçiyoruz.
Ve ne yazık ki, kadınlarla ilgili meselelerde elbette hakkı yenenin sesi daha çok çıkıyor: Yani kadınların kendilerinin.
Her geçen sene artan kadına yönelik şiddetin, kadın cinayetlerinin tümünü göz önüne alacak olursak çıkan sonuç şu: Bu iş kolay bitmeyecek.
Peki şunu soralım: Kadına karşı şiddet konusunda yapılan kampanyalar, protestolar muhatabına gidiyor mudur dersiniz?
Yoksa biz miyiz tek boğazı düğümlenen, haksızlığa karşı durmak isteyen? Kendi kendimize olduğunuz yerde debeleniyor muyuz?
Akşamları günün sinirini karısından çıkaran adam gazetede kadın cinayetlerinin tavan yaptığını okuyunca ne hissediyor acaba? Yoksa “He yaa, n’aparsın, hayat” deyip akşam tokada, yumruğa devam ediyor mu dersiniz?
Bence ediyor...
Günlük ritüelinde “kadına muamele” olan bir adamı vazgeçirmek, kötü bir iş yaptığını anlatmak kolay değil. Nasıl sarhoş olarak direksiyon başına geçmekten imtina etmeyeni “alkollü araç kullanmak fena bir şeydir, kullanmamalısınız” dediğimizde etkileyemiyorsak dayak konusunda da bu geçerli. “Uyarı” yöntemi, çalışmıyor. Yani “kadına şiddeti bırakınız” demekle olmuyor, ağır, çok ağır yaptırım gerekiyor.
Yazının Devamını Oku 5 Mart 2011
Memleketimizde şu sıralar bir gün şöyle geçiyor: <br><br>07:30 uyan. Günün geri kalanında gördüğün, izlediğin, başına gelen saçmalıklara dayan.
Adalet duygusu en körelmiş adam bile şu son günlerde olanlara “el insaf” demiştir.
Ya da hiçbir zaman iyiliğe, güzelliğe olan inancını kaybetmemiş adamın bile omuzları düşüvermiştir.
Bakın söylüyorum, her şey bir yana, salı günü Türkiye tarihinin en tatsız 8 Mart’ını yaşayacağız herhalde. Bir sene değil, altı ay değil, sadece bir-iki ay içinde olanları bir düşünsenize...
Türkiye’de kadın olmanın bedelini hepimiz farklı biçimlerde ödüyoruz. İlla bir bedel var ama, sanki “kadınsan öyle elini kolunu sallayarak gezmek yok” diyorlar.
“Öpeyim de rahatla” gibi bir cümleyi mesela, ancak karanlık bir sokakta serserinin tekinden duyabilirdiniz, şimdi gazete köşelerinden fırlıyor.
Herkes bedel ödüyor, kimileri çok şanssız kimileri nispeten şanslı... En şanssız kadınlar öldürülürken, -nispeten- en şanslıları cadde kenarında taksi beklerken fahişe muamelesi görüyor.
Bedelsiz bir yaşam yok yani, az ya da çok, çaktırmadan ya da çaktırarak, bir fatura var çıkarılan; sırf kadın olduğun için.
Bunu defalarca yazdım, hep yazacağım, erkek tarafından, kadının tek organı çevresinde şekillenmiş bir ahlak anlayışının şekillendirdiği bir sistem içinde yaşıyoruz.
Ha, bir de şöyle bir konu var tabii, kadın cinayetlerine karşı çıkıyoruz, ayrımcılığa sesimizi yükseltiyoruz ama günlük hayatta, artık şaşırmadığımız, ama ayrımcılığın hası olan bir yığın “muameleye” şahit oluyoruz, her nasılsa bunlarla pek barışık yaşıyoruz!
Daha doğrusu canımız sıkılmasın diye pek didiklemiyoruz.
Mesela tek başına yaşayan kadınların “başında bir erkek yok” anlayışını değiştiremiyoruz. Tek başına yaşadığı için ailesi/çevresi tarafından neredeyse “kötü yola düştü” sanılacaklar var. Erkeklerde sorun yok tabii. Erkek adam tek tüfek yaşar ya aslanlar gibi!
Mesela, taksiye binerken her defasında “umarım bu defa lakayt çıkmaz” diye dualar ederek biniyoruz. Bir ima, bir tacizle karşılaşınca şikayet etmiyoruz, çünkü canımız sıkılsın istemiyoruz.
Zaten karakolda şikayet ettiniz diyelim, mahkeme celbi geldiği zaman taraflar birbirinin ismini-cismini-adresini öğreniyor biliyorsunuz, bir insanı şikayet etmemek için yeterli bir durum zaten halihazırda. Bir de bunun üstüne bir yığın kavga, gürültü...
Hiç bulaşmıyoruz!
Önümüzdeki hafta kadınlarımızın durumunu çok konuşacağız şüphesiz... Bu sene hiç bırakmayalım derim hatta.
Bu arada, hep yetişkinlerle yetişkinleri konuşuyoruz, aslında daha da önemlisi çocuklara çalışmak lazım bu konuda...
Bir şeyler değişecekse, yeni nesle kadın ve erkek kavramlarının bugünkü halini iyi anlatmak gerek. Anlatmak gerek ki, bir çocuk, kadın cinayetlerini doğduğu hayatın gerçeği olarak düşünmesin, ancak “tarihin karanlık bir dönemi” olarak kaydetsin...
Yeniden Capital Radio!
90’ların radyolar deyince aklıma ilk gelen isimlerden biri, Capital Radio. Sırf adı bile bir sürü anı demek için bir jenerasyon için...
Hatırlar mısınız, o zamanlar birtakım sevdiğimiz şarkıları dinleyebilmenin tek yolu radyoyu arayıp şarkı istemekti. Bir müzik kanalları vardı, o kadar. Onlar da tatmin etmezdi.
Bırakın interneti, bilgisayarı bile olan insan azdı. O yüzden imkanımız olan her fırsatı kullanır, radyo dinlerdik, dışarıda ne popüler, ancak öyle öğrenirdik.
90’lar demişken, “karışık kaset” kültüründen bahsetmeden geçmek olmaz...
Şunu da hatırlayacak olmalısınız: Şarkı intro’larında konuşan DJ’ler büyük düşmanımızdı, isterdik ki baştan sona sevdiğimiz şarkıyı dinleyebilelim, dinlerken de teypte play ile aynı anda “rec” düğmesine basıp kaydedelim...
Bilmiyorum kaç tane böyle “karışık kaset” vardı, hepsi el emeği göz nuru, teyp başında nöbet tutularak çekilmiş...
Capital Radio, en çok dinlediğimiz radyolardan biriydi, çünkü bilirdik ki güzel çalardı.
Mutlaka karışık kaset playlist’imize katacağımız bir şarkı bulurduk. Eğer ne çaldığını bilmiyorsak telefon açıp “Aloov, orası Capital Radio mu, şeyyyy, acaba 3 dakika önce çalan şarkının adını alabilir miyiz” derdik.
Bizim jenerasyonun “duygusal bağ” kurduğu radyodur Capital Radio.
Şimdi N101, Capital oluyor, aramıza yeniden katılıyor. Tekrar hoş geldin sevgili Capital!
Yazının Devamını Oku 4 Mart 2011
iPad almam! Yok arkadaş, imkansız almam. Şimdi ben alınca kesin teleskoplusunu, üç boyutlu görüntülüsünü, düşünce okuyabilenini filan çıkarır bu Steve Jobs.
Bi’dur a Steve. Sinir hastası ettin insanları...
Bir kameralısı yetmedi, şimdi de iki kameralısını çıkarmışsın Steve Jobs.
Eh, takdir edersen ilk çıkan iPad’i alanların morali çok bozuk.
Tamam, kabul ediyorum, ben de şimdi haberi alınca pek bir heyecanlandım ama almayacağım. Niye mi? Çünkü sen şimdi iPad 3’ü, hatta 4’ü, 5’i, 6’yı filan da bitirmişsindir kafanda sinsi. Biz de burada iki kameralısı çıktı diye seviniyoruz.
Bu iş de ne fenadır yahu. Ne alsak yenisi çıkıyor. Daha birkaç ay oldu, yepisyeni telefon aldım, şu anda o kadar eski suratlı görünüyor ki anlatamam. Aslında hâlâ yepisyeni, görünürde bir tuhaflık yok ama ondan sonra beş ayrı yeni model çıkardı sinsiler.
Sonunda yaktıracaksınız bana o telefonları, o olacak. Ankesörlü telefon kullanacağım. Ateş yakıp dumanla haberleşeceğim. Güvercin göndereceğim.
iPad tablet de istemem, Sümerler gibi kil tablete yazı yazacağım, sonra oturup onları okuyacağım. Çok sinirliyim sevgili avcı-toplayıcı Habitus okuru. Çok rica ediyorum hızla tarihin eski bir dönemine ışınlanıverelim.
Daha da eski hatta. Tekerlek filan yeni bulunuyor olsun, ne bileyim.
Trafikte kavga etmem!
Yook, yok, artık sakinleştim. Ne korna çalıyorum, ne selektör yapıyorum, ne önüme atlayıp sıramı yiyen minibüse çemkiriyorum, pamuk gibi bir insana döndüm. Hatta dolmuştu, otobüstü, minibüstü, üstüme üstüme sürdüklerinde hemen frenime basıyorum.
Camımı açıyorum, “Özür dilerim üstüme sürdüğünüz için” diye usul usul sesleniyorum. Hiçbir yere gitmek için acelem yok, arkamda selektör yapmaktan parmakları titrek kalan taksici amca cinnet geçiriyor, camı açıp bana “kadın şoförler, bıktırdınız” diye sesleniyor.
Normalde camı açıp ciyaklardım ama ona cezayı yol vermeyerek, soğuk savaşla kesiyorum.
(Biliyorsunuz, kadın şoför kaçla giderse gitsin, ibre 100’ü gösterse bile arkadaki erkek şoföre 40’la gidiyormuş hissi verir.)
Trafikte kadın-erkek fark etmiyor, beyefendilik, centilmenlik filan yok biliyorsunuz. Herkes atmaca gibi geziyor yollarda, küfür, bağırış, çağırış gırla.
Biraz laf ettin mi adamlar iniveriyorlar arabalardan. İmkanı olsa ya dövecek, ya öpecek. Niyet o yani.
Şimdi şehir kabadayıları arabalardan inerken ben deli miyim artık trafikte hata yapanları uyarayım?
İnternet sağlayıcımı değiştirmem
Bu aralar ne olduysa artık, farklı internet sağlayıcıları ev telefonlarını arayıp “internetimiz çok uygun, aboneliğinizi bize geçirmeyi düşünmez misiniz” teklifleri yapmaktalar.
Her şeyden önce şunu merak ediyorum, evlerimizin telefonlarını nereden buluyorsunuz. Kim veriyor arkadaşım benim numaramı benim müsaadem olmadan birtakım şirketlere. Evimizde huzurlu huzurlu otururken Zartnet’in teklifleriyle, Zurtnet’in uygun internet kampanyalarıyla ilgilenmek istemiyorum ben mesela. Ne yapayım ben şimdi.
Diyorum inanmıyorsunuz, Zartnet ya da Zurtnet şirketine değil, güvercine geçeceğim sonunda, güvercine.
Sokaktan boza almam
Geçen yine geçiyor çocukluk kabusum bozacı, “boooo-zaaaaaa” diye, hayalet gibi... Dedim, sayın evin erkeği, çağır, içelim güzel boza. Ağzımızın tadı yerine gelsin. Geldi kabus bozacı, sandık ki bize o bildiğimiz güzel, kıvamlı bozadan verecek, tozla yapılan bozayı dayamasın mı? Ben hayatımda böyle çirkin şey içmedim arkadaş. Bundan böyle hayalet bozacıdan boza almak yok. Zaten ona boza denmez, olsa olsa sulu tebeşir tozu gibi bir şey.
Kakül kestirmem
Bir erkeğin saç uzama sürecinde bir “papaz evresi” vardır ya hani, hah, al o evreyi, bir kadının alnı üstündeki saça uygula, al sana kakül kabusu.
Ne önüne bırakabilirsin, ne geriye tarayabilirsin, önüne tarasan gözüne girer, geride de havaya dikilir... Yana tarasan iyice jöleyle yapıştırmak zorunda kalırsın, bant takarsın yüzün topaç gibi çıkar ortaya...
Yani uzama evresinde alsan alınmaz, satsan satılmaz bir parça saçtır kakül. Bakın söylüyorum, şu hayatta kaküllerinin uzamasını sabırla bekleyebilen kişi, hayatta her türlü güçlüğe göğüs gerebilecektir.
Yazının Devamını Oku