Melike Karakartal

Yazıklar olsun size!

15 Eylül 2011
Hani sokakta rahat rahat yürüyememekten şikayet ediyoruz ya.

Kafa aynı oldukça dünyanın her yerinde o iğrenç sokak tacizini benzer şekillerde yaşayabiliyormuşuz. Geçen hafta bir gün, Berlin’de tek başıma eczane ararken bunu gördüm...
Bakın ne oldu: Hızlı hızlı yürürken, caddenin kalabalık olmayan bir yerinde aralarında Türkçe konuşan bir grup genç adamla karşı karşıya geldim.
Aralarındaki bol halvetli konuşmadan çıkardığım kadarıyla Türk olduğumu anlamadılar. Yürürken tam yan yana geldiğimiz anda biri bir hamle yaptı bana doğru... Elleyecekti, dokunacaktı, beceremedi. Çünkü çantamı kendime, daha doğrusu kalça tarafına ani bir hareketle siper ettim. Arkadaşı, “Elleyemedin lan, ahahaha” diye takıldı arkadaşına; henüz aralarındaki konuşmaları duymayacağım kadar uzaklaşmış değildik birbirimizden.
Utandım. Onların adına utandım. Sokakta tek başına yürüyen kadını taciz etmeyi hak olarak görmelerine, rahatlıklarına baktım, bir daha utandım.
Arkalarından “yazıklar olsun size” diye bağırdım. Şaşırdılar, biri “Türk’müş lan” dedi arkadaşına. Kahkahalar atıp, aralarında itişip kakışarak kendi yollarına...
İşte, bu durum Türkiye’de zaman zaman (hatta sık sık) başımıza gelen durumdan farklı değil. Sokakta tek başına yürüyen kadına taciz, kimi erkekler için normal. Nasılsa kadın çığlık atmaktan başka bir şey yapamayacak, polis çağrılacak bir durum da yok (zaten çağırsan bir saniye içinde arazi olur ya, neyse), içi rahat. Onun için gününün neşesi, eğlenceli bir an, taciz etse de edemese de üç dakikalık heyecan.
Ve işin daha da üzücü tarafı, “Bizi yanlış tanıyorlar yurtdışında” diyoruz. Durum böyleyse hiç üzülmeyelim zira yanlış değil, gayet doğru tanıyorlar. Oralarda yaşayan her 50 adamdan biri bile bunu yapıyorsa, “halimiz içler acısı” demekten başka bir şey gelmiyor elimden.

Çok sıkıldım

Yazının Devamını Oku

Bir tasarruf aracı olarak teknoloji

14 Eylül 2011
Bilirsiniz, genellikle ev aleti alırken fiyat, kalite ve enerji verimliliği sırası gözetilir.

Kimi zaman fiyat ve kalite sıralaması yer değiştirse de enerji verimliliği pek ön sıralarda yer almaz. Yani düşük fiyatlı -ama- ortalama kalite sunan bir ev aletini satın aldığımızda pek sevinir, işimizi görecek bir alet bulduğumuz ve makul bir fiyat ödediğimiz için akıllı bir iş yaptığımızı sanırız.
Fakat işin iç yüzü öyle değil sevgili uzun vadede tasarruf yapmasını bilen akıllı Habitus okuru. Üstelik tek mesele ortalama özelliklere sahip bir makine aldığımızda kendimizi tasarruf ediyor sanmamız değil sadece.
Kullanım sürecinde de hayli arızalıyız, hâlâ 1946 senesindeymiş gibi çamaşır yıkıyoruz. Teknoloji gelişiyor ama kendimizi seneler öncesinin yarı otomatik makinelerinde çamaşır yıkıyor sanıyoruz.
Bunu ispatlamak için sizi çamaşır makinenizin başına davet ediyorum. Lütfen göze deterjan ve yumuşatıcı koyun, sonra da deterjan ambalajında koymanız gereken miktarı okuyun. En az iki kat fazla koyduğunuzu göreceksiniz. Pek yakında otomatik makinelerimize “Ay iyi sıkmıyor bu” diye merdane taktırırsak da şaşmam.
Türkiye’de Bosch, Siemens, Gaggenau ve Profilo’nun sahibi olan BSH ev aletleri ekibiyle beraber gezdiğim Berlin IFA tüketici elektroniği ve ev aletleri fuarından bir şey öğrendim: Ev aletleri söz konusu olunca teknolojiye ödediğiniz para, lüks değil, tasarruf demek.
Şu hayatta kendi deterjanını kendi ayarlayan makine bile üretilmişken biz hâlâ leğen zamanında kalmış, “Daha çok deterjan koyarsam daha çok temizlenir” anlayışıyla iş yapıyoruz. Akıllı telefonlara harcadığımız enerjiyi teknolojik ev aletlerine yönlendirsek hayatımız çok daha kolay olurdu herhalde.
Belki akıllı telefon bir öncelik değil ama hem elektrik hem de su tasarrufu yapan bir ev aleti, hem çevre hem de cebiniz açısından hayati önem taşıyor.

Yazının Devamını Oku

“Keşke” sendromu

13 Eylül 2011
Perşembeden beri görüşmüyoruz, “Nerelerdesin Habitus?” diyeceksiniz.

Efendim, önce Berlin’e, oradan İtalya’nın Sardunya Adası’na gittim. Sardunya’dan “Memleketime dönüp toprağı öpmek istiyorum” hisleriyle döndüm.
Hakikaten, bazen insanın yaşadığı yere daha çok bağlanması için uzaklaşması gerekiyormuş, bunu gördüm.
Hepimizde vardır: Gözümüze güzel görünen bir yerlere gittiğimiz anda “keşke burada yaşasak” muhabbeti yapmazsak işimiz rast gitmez.
Bir Akdeniz kasabasına yerleşip, siz deyin domates, ben diyeyim limon, bağ-bahçe ile uğraşmak, orada bahçıvanlık yapmak, herhalde en çok hayale konu edilen meslektir. (Domates ve limon bu kadar çok hayale konu olduğunu bilseydi inanmazdı ya, neyse.)
Tabii bir yerde yaşamakla orayı turist olarak gezmek bir değildir malum... O yerin karmaşasını yaşamadan, düzenine adapte olmadan, orada bir “yabancı” olarak varolmanın zorluklarını tatmadan “keşke şu x memlekette yaşayabilsek” demek pek kolaydır. Şöyle söylemek lazım aslında, “Ziyaretçi” olmak güzeldir, çünkü orada geçici olarak bulunduğunu bilirsin,  yabancı olmanın keyfini sürersin, şehrin düzenine geçici olarak “oralıymış gibi” adapte olma imkanı elde edersin. Bu bir mecburiyet değil, bir seçimdir ve konforu benzersizdir.
Fakat bir ülkede “yerleşik yabancı” olarak varolmaya çalıştığında iş başkalaşır. Güzel yanları da vardır ama olumsuzluklar bir yandan fena bastırır.
Farklı bir kültüre adapte olmanın zorluğundan tutun, her an hayatının ortasına çöreklenebilecek ırkçılığa, farklı damak tatları ve alışık olmadığınız nitelikteki insan ilişkilerine kadar bin türlü zorluk, etrafınıza karşı duvar örme konusunda itici güç olur.

Yazının Devamını Oku

Nefret kültürü (2)

8 Eylül 2011
Dün, internet ve internet sosyalleşmesinin hayatımızı nasıl değiştirdiğiyle başlamıştık. Bugün devam edelim...

Toplum önünde iş yapan, oyuncusundan müzisyenine, gazetecisinden siyasetçisine, Twitter’da küfür ve kötü söze maruz kalan “ünlü”leri düşünelim.
Ne yazık ki bir tavır vardır bu konuda ve her zaman geçerlidir, bireyler genellikle bu “strateji”yi uygular: Küfürlü mail gönderen ya da Twitter’da “mention” ile sana ulaşan adama cevap verirsen, yani adam yerine koyarsan, küfür devam eder, iş tacize kadar varır. Ama cevap vermezsen, adam bir kere küfür etmiş olur ve olay biter. Adam rahatlar, unutur. Sen daha zor unutursun-ama nihayetinde unutursun.
Sosyal medyada var olan çoğu insan, bu “görmezden gelme yöntemini” tercih ediyor (ben dahil), dava açan pek yok mesela. Belki farkında değiliz ama nefret kültürünün “internet desteği” alarak büyümesine sebebiyet veriyoruz, dolaylı olarak.
Dün cehalet-galeyan kültürünün ne kadar tehlikeli olduğundan bahsetmiştik.
Cehalet-bastırılmış cinsellik-muhafazakarlık birleşimi de o kadar kötü. Mini giyen kadının edebini sorgulayanlar, televizyonda gördüğü her şarkıcıyı, oyuncuyu ‘yolludur’ diye yapış yapış bir önyargıyla değerlendirenler...
Size geçenlerde “taciz mail’leri”nden bahsetmiştim ya.
Düşünün artık, “Şort giyme özgürlüğümüzü dile getirdiğim bir yazıdan sonra, “Şort giyen kadın fahişedir, sen insanları fahişeliğe mi sevk etmeye çalışıyorsun” benzeri cümleler kurulan mailler aldığımı bilirim...

Unutmayacağız unutturmayacağız!

Yazının Devamını Oku

Nefret kültürü

7 Eylül 2011
Farkında mısınız, internetin ve internet sosyalleşmesinin getirdikleriyle nasıl da kökten değişti hayatımız...

Şüphesiz toplum önünde iş yapan insanlar bu değişimden daha çok etkileniyor, bilhassa oyuncular, müzisyenler ve biz gazeteciler. Bu değişimden etkilenmemek için kimileri sosyal medyadan elini eteğini çekiyor ya da baştan, hiç bulaşmıyor.
Bakınız size nefret ve galeyan kültürüne dair bir hikaye anlatayım: Bir gün havaalanında bagaj bekliyorum. İnsanların bagajların döndüğü bandın etrafında birbirlerinin üstlerine çıkarak valizlerini beklemelerine çok gülerim, bunu bir keresinde anlatmıştım hatırlarsınınız.
O gün de Diyarbakır, İzmir ve Trabzon uçaklarının bagajını aynı banda vermişler. Deli bir kalabalık bandın etrafında, herkes birbirinin üstüne çıkıp valizini yakalamaya çalışıyor.
Ben de Twitter’da azıcık dalgamı geçeyim dedim, “Diyarbakır, İzmir ve Trabzon uçuşlarının bagajları aynı banda verilince kanlı bir valiz yakalama savaşı yaşandı” yazdım.
Okuduğunu anlamayan adamın biri “Siz Diyarbakır’dan gelen valizlerin kanlı olduğunu mu söylemeye çalışıyorsunuz??” diye saçmaladı. Ben cevap vermedikçe coştu, “Melike Karakartal kanlı valiz kulbu ile ne demeye çalışıyor” diye akıllara durgunluk verecek manasızlıkta tweetler yağdırmaya başladı. Önce gülüyordum, sonra baktım adam ciddi, cevap vereyim dedim.
“Açın ortaokul dilbilgisi kitabını, sıfat tamlamalarını okuyun” dedim, ne yapayım. İşe bakar mısınız, adam benim “kanlı valiz kulbu” dediğimi sanıyor! Hani bağlaç olan de’leri, da’ları, ki’leri ayıramıyoruz diyoruz ya, aslında durum daha beter, adam daha okuduğunu anlamıyor! Ve derhal galeyana geliyor!
Dil kullanımından günlük hayata, siyasetten tarih bilgisine, din bilgisinden hayat bilgisine, hayatımızın her anında karşımıza çıkan bu feci cehalet, galeyan kültürü ile birleştiğinde tehlikeli noktalara varabiliyor... 

Yazının Devamını Oku

Tecavüz mü değil mi?

6 Eylül 2011
O sahne, “tecavüz sahnesi” değildir. Cemil, İffet’e tecavüz etmez.

Bu bir “seksüel fantezi” olabilir olsa olsa. Çünkü “o sahne”den hemen sonra gelen, İffet’in yaşadıklarıyla hayal ettikleri arasındaki farkı anlattığı sahnedir...
İffet demektedir ki; “Ben temiz çarşaflar, yastıklar arasında hayal etmiştim.”
Bu ne demek? Yani kızcağız da Cemil ile bir seksüel aktivite içine girmeye hazır zaten, değil mi?
Ha diyebilirsiniz ki canım resmi karı-koca arasında bile tecavüz yaşanmaktadır.
Dikkatli seyredilirse bunun “tecavüz” değil, seksüel fantezi olduğu görülür.
Bu film, Cemil karakterini keskin hatlarla ortaya çıkarmıştır. İffet üzerinde kurduğu hegemonyayı en belirgin şekilde sizlere göstermiş, ileride olacaklara ne kadar hazır bir “çılgın adam” olduğunu da vurgulamıştır...
İffet’in karakteri, tutkusu, gizli hisleri, zaafları ve bunların tetikleyebileceği tehlikeli girişimciliğini ortaya çıkarmıştır. Filmin patlama ve gelişme anı olmuştur ve de unutulmazlar arasına sokmuş, kült yapmıştır filmi.

Yazının Devamını Oku

Bayramın ardından...

3 Eylül 2011
Bayram bitti, artık mola kafasından çıkıp biraz sinirlenmeye ne dersin sevgili tatil yorgunu Habitus okuru? Bugün sizi bir bayram değerlendirmesiyle boğmayı planlıyorum.

- Barış gününde savaş: Bayramın üçüncü günü Kadıköy’ü yakıp yıktı bir grup kendini bilmez. “Barış için” otobüs durakları parçalandı, dükkanların camları kırıldı, ortalık ateşe verildi... “Dünya Barış Günü”nün anlam ve önemi itibariyle tam “yorumsuz” diyeceğimiz türden bir “eylem”e imza atıldı. İnsanlar evine gidemedi, arbede arasında kalanların canı yandı. Kalabalık, ortalığı dağıtıp yok oldu; geride bıraktıkları semt, koca bir savaş alanından farksızdı. Akşam saatlerinde Kadıköy’den geçenlerin, gördükleri karşısında içleri sızladı... “Bu kafayla neyi çözeriz” demekten kendilerini alamadılar...
- Denge bilekliği: Her dönem böyle bir “kitle kandırmacası” çıkar ortaya. Milyonlar da afiyetle yer yalanı-dolanı. Bir ara stres bilezikleri vardı, hatırlarsınız, böyle bilezik olacak şekilde eğilmiş bir çubuk düşünün, uçlarına da birer top iliştirilmiş... Vaktiyle peynir ekmek gibi satmıştı. Şimdi de hologramlı denge bileziklerine para akıtmakla meşgulüz. Valla, ne akıllı iş ya! Ben de bir “denge yüzüğü” tasarlayıp paraya para dememeyi düşünüyorum tez vakit. Şu hayatta çakal olmak lazımmış, ben bunu gördüm arkadaş. Hayır yani bir meselenin bilimsel olarak faydasızlığı kanıtlanmışken bu kadar satılıyorsa, “Herkes alsın, müthiş bir icat” desek ne olacaktı, çok merak ediyorum.
- Trafik cinayetleri: Trafiğin, Türkiye’deki en büyük sorunlardan biri olduğunu, adeta her tatilde “toplu ölüm vakaları” yaşandığını kabul etmek ve bu işi çözmek için önemli adımlar atmak için ne diye durur devlet, ben çözemedim sen çözebiliyor musun sevgili kelle koltukta yaşayan Habitus okuru? Muhterem devlet büyüklerimize seslenelim madem, bir daha. Biliyorum, kulağa hiç gerçekmiş gibi gelmiyor ama... Ölüyoruz yahu, ölüyoruz!
- Beyoğlu’na balkon: Sokakların masalardan “temizlenmesi” ve işi kuralına göre yapan mekanların da mağdur edilmesi, her şeyden de önemlisi sokak kültürünün yok edilmesinden sonra Beyoğlu Belediyesi’nden yeni bir çözüm geldi: 70 santimlik ferforjeli balkon. Koşul da “şık bir şey” olması.
Bakınız bu “şık bir şey” çok tehlikeli bir cümle. Mesela ben en son düğünümün videosunu çeken firmaya “şık bir şey olsun” dediğimde “Titanic” müziği eşliğinde karelerin uçuştuğu, dağ, bayır görüntüleriyle mikslenmiş “potpuri” tadında akıllara ziyan bir işle karşılaştım...
Ya da “şık bir şey” olsun diye pastanenin zevkine güvenerek gönderdiğim arkadaşımın doğum gününe “kaka anıtı” biçiminde bir pasta geldi... İşte, görüyorsunuz, şık bir şey, insandan insana hayli değişim gösteren bir kavram.
Beyoğlu Belediyesi, böyle bir fikirle geliyorsa, “şıklık” değil, “standart” koşulu getirsin. Fikrin kendisi ne yazık ki kötü, sokak kültürü “balkon” ile geri gelmez ama madem ısrarla uygulanacak, “şıklık”, mekanların inisiyatifine bırakılmamalı.

Yazının Devamını Oku

Bitkilerle imtihan

1 Eylül 2011
Efendim, hatırlarsanız kısa bir süre önce “çiçeklerin sevmediği insanlar var ve ben de onlardan biriyim” demiş, bakmaya çalıştığım her çiçeğin solduğunu, çiçeklerim solarken mutfak dolabındaki soğan ve patatesin canavarlaşarak filizlendiğini anlatmıştım.

Birkaç ay önce baba evinden hortumladığım çiçekler solduğunda “evde tarım”dan anlayan arkadaşlar “İyi bakarsan, onları anlarsan ve gözlersen yetiştirebilirsin” demişlerdi fakat yok kardeş, bunlar işin detayıymış neredeyse.
Bakın söylüyorum, “iyi enerji” istiyor çiçekler. Suyunu, ilacını vermek, gözlemek yetmiyor. Ellerinle dokunduğun topraktan güzel hisler iletmen gerekiyor.
Hani bazen bir insanla tanışırsınız, elini sıktığında iter sizi, ne dokunmak ne de görmek istersiniz...
Çiçekler de aynı hisleri taşıyor olmalı.
Tahmin edeceğiniz üzere benim çiçekler bir türlü coşmadı.
Sevmediler herhalde “enerjimi.” Tam “Ay çiçeklendiler gibi” derken tırtıllar tüm çiçekleri ve yaprakları kemirdi.
İlacım yoktu, ne yapayım, bayram sabahı herkesler yollara dökülmüş el öpmeye giderken, kendimi “Kağıtla tırtıl yakalayıp balkonun önündeki ağaca fırlatma” operasyonunu yaparken buldum.

Yazının Devamını Oku