8 Ekim 2011
Habertürk’ün sürmanşetten verdiği Şefika Etik’in katledilişinin fotoğrafı ile dün sabah kanı donmayan var mıdır bilmem.
Allah aşkına söyler misiniz, sırf konuşulmak, sırf gazeteyi sattırmak için ahlak sınırları bu kadar zorlanabilir mi? Bir kadın bu kadar eşyalaştırılabilir mi? Şefika Etik, bir teşhir objesi midir?
İşin başka bir tarafı da var tabii.
Hani zararlı olduğu için sigara mozaikleniyor, programlardan önce şiddet ve cinsellik içerip içermediği konusunda bilgilendiriliyoruz, hangi siteye girip girmeyeceğimiz sıkı bir biçimde kontrol ediliyor, böylece hem kendimizi, hem çocuklarımızı şiddet ve cinsellikten koruyoruz ya güya.
Düşünün, belgesel niteliği taşıyan bir filmde bile gerçek şehir hayatının görüntülendiği, dolayısıyla insanları sokakta sigara içerken gördüğümüz karelerde mozaik var.
Hafiften “sevişme” olan filmler hatır hutur kesiliyor.
Şiddet ve cinsellik içeren filmlerin “dozu” ayarlanıyor, öyle veriliyor, en alakasız durumlarda bile. Tabii bu “korumacı sistem” daha ziyade cinselliğe yönelik çalışıyor. Şiddet, ikinci planda.
Şu noktada bazı sorular geliyor aklıma. Hiçbirinin cevabını bulamıyorum.
Yazının Devamını Oku 7 Ekim 2011
Geçen gün kendi kendime bir “sosyal deney” yaptım.
“Çantasızlık deneyi”. Yani eğer bir kadın evden çantasız çıkıyorsa, başına neler gelir, ezberi nasıl bozulur, nasıl bin parçaya bölünür, dağılır; hepsini teker teker deneyimledim.
Soru şu: Çantasız bir yaşam mümkün mü sevgili omzunda yük taşımaktan anatomisi bozulmuş Habitus okuru!
Tabii erkekler cepte eşya taşıma konusunda tecrübeli, incecik bir cüzdan, anahtar ve telefon dedin mi tamam. Fakat kadınlar öyle mi? Plazma TV boyunda bir cüzdan, Allah muhafaza birinin kafasına isabet etse travma yaratacak ağırlık ve büyüklükte anahtarlık, dikiş seti, not defteri, kalem, ped, makyaj çantası, kitap, parfüm, deodorant... Ooooof of yazarken yoruldum. Şu halde “çantada minimal akımlar” noktasına gelebileceğimizi pek sanmıyorum.
Bir kadın için çantasızlığın daha büyük anlamları var. Her nasıl güneş gözlüğü bir kamuflaj, bir karizma öğesi, hatta bir arkadaş olarak kullanılıyor, çanta da öyle. Şöyle anlatayım: Hani kalabalık bir yerde dikilirken herkesin bize baktığını zannedip elimizi kolumuzu nereye koyacağımızı bilemediğimiz anlar olur. İşte erkekler böyle zamanlarda ellerini ceplerine sokup bakışlarını ufuklara sabitlerken kadınlar ise hava yağmurlu bile olsa güneş gözlüğünü takıp, tek kola çayda çıra pozisyonu verip dirsek bükümüne çantayı asarlar.
İşte bu pek havalı bir kadın duruşu zannedilir. Ama folklor oynamıyorsanız eğer, böyle bir pozisyon almaya lüzum yok. İşte çanta, “herkesin gözlerinin üstünde olduğunu sanmak” durumlarında bir arkadaştan daha fazla arkadaştır. Kendine güvenli duruşun anahtarıdır. Çok önemli ödevleri vardır.
Peki yanımızda bir gün boyunca çantamız olmadığında ne yapıyoruz? İşte buyurun, saat saat “çantasızlık deneyi”...
Çantam olmadan asla!
10.00- Evden çantasız çıkış. Üzerimdeki yeleğin cepleri anahtar, kartlar, telefon ve bir yığın ıvır zıvır ile tıka basa dolu. Resmen keklik avlamaya giden avcı gibi görünüyorum.
Yazının Devamını Oku 6 Ekim 2011
Dün kaldığımız yerden devam ediyoruz...
Bugünkü delirmelerimize “iki ünlü kadının bir televizyon programında birbirleriyle konuşması”ndan başlayalım.
Dinlemesi büyük işkencedir. Yürek daraltır.
Sürekli bir ağırlama, bir sevgi ve saygılı duruş, karşılıklı övgü dizmeler...
Anam babam bile beni bu kadar övmemiştir yemin ediyorum.
Sevgili Sezen, sevgili Soner, sevgili Acun, sevgili Ajda...
Bu “sevgili” sıfatı hangi koşullarda takılıyor, bir insandan “Sevgili Falanca” diye bahsetmek için o insanın nasıl meziyetleri olması gerekiyor, hakikaten merak ediyorum.
Mesela benimle ilgili konuşurken arkamdan “Sevgili Melike” diyorlar mı acaba? Hiç sanmıyorum.
Yazının Devamını Oku 5 Ekim 2011
Şimdi hani Günel, yengesi Ayşegül Yıldız’ı öpmek için uzandı, yenge elini öptürmek istedi ve bu hareket “Yeni hanımağa benim, benim elimi öpeceksiniz” diye yorumlandı ya. Bence vakit, kadınların birbirini delirtme hareketlerini konuşma vaktidir.
Baştan söyleyeyim, bence bu hareket basit bir “el öptürme” şakasıydı ve yanlış anlaşıldı, zaten Günel’in yüzünden de belli oluyor gayet net ama bu hareketin başka koşullarda başka anlamları da olabiliyor.
El öptürme meselesi kadınların birbirini delirtme stratejilerinden de biridir kimi zamanlarda.
Küçük yaştaki kadın, arasında çok yaş farkı olmamasına rağmen öpmeye kalkar bazen sırf “sen benim ninem yaşında sayılırsın” demek için.
Bazen de büyük olan, karşısındaki insanı küçümsediğini belirtmek için öptürür elini. Her iki durum da hayli rahatsız edicidir.
Madem “delirtme yöntemleri”ne başladık, devam edelim.
El öptürmeden başka kuvvetli yöntemler var tabii.
Mesela bir numaralı delirtme yöntemi, ısrarla yapılan yaş vurgusudur.
30 yaşındaki bir kardeşim, 45 yaşındaki bir kadınla bir araya geldiği zaman ilk sözüne başlarken “tabii siz benden büyüksünüz” deyiverir. 45’lik “çaba”yı anlar, sinirlenir.
Fakat öte yandan 30’luğun da hin bir 20’likle karşılaşması ve genç kadının kendi tazeliğine vurgu yapması an meselesidir: “Kırışık kremi ne kullanıyorsunuz? Ben de başlamayı düşünüyorum bir beş yıl sonra filan!”
Serdar geçenlerde
Erkeklerin kadınlarda yaş muhabbeti yapmasına kızıyoruz ama aslında en sert yaş savaşlarını kadınlar aralarında yapıyorlar, bilmem farkında mısınız.
Ortamda delirtme maksatlı gündeme getirilecek yaş meselesi yoksa eğer, cephane doludur her zaman. Yaştan “vuramıyorsa” bir kadın bir diğerini, hemen “ünlü tanıma savaşı”na dönüşebilir muhabbet. Nasıl mı?
Diyelim ki karşınızdaki insan lafına “Serdar geçenlerde” diye başlıyor. “Serdar geçenlerde”yi duydunuz mu orada duracaksınız.
Saygı duruşuna geçeceksiniz.
Çünkü karşınızdaki insan, bir ünlü ile yakın arkadaşlık ediyor. Bilin ki, “Serdar geçenlerde” diyorsa orada görünmeyen bir “Ortaç” soyadı var.
“Demet” diyorsa bilin ki Demet Akalın’dan bahsediyor.
“Los Angeles’ta Kenan’a uğradım” diyorsa iki kere saygı duymalısınız, çünkü ortada hem “Los Angeles’a gidebilen havalı bir insanım” ve “Yetmiyormuş gibi bir de Kenan Doğulu’yu tanıyorum” vurgusu var.
Ha, “Murat da gelecek” diyorsa işiniz zor çünkü Dalkılıç mı Boz mu, siz çözeceksiniz.
Karşınızdaki insanın asla ağzından Murat’ın soyadı çıkmayacaktır. Çünkü bir ünlüden adı ve soyadıyla bahsetmek demek, onu tanımadığınızı söylemek demek. O yüzden ipuçlarını iyi değerlendirmeli, bahsettiği insan ve ortamlardan hangi Murat’tan bahsettiğini, siz bulmalısınız.
Bugünlük bu kadar, yarın kaldığımız yerden delirtmelere devam...
Yazının Devamını Oku 4 Ekim 2011
Niye hiç bilmediğimiz, yaşamadığımız bir zamanda yaşamaya özeniriz, hatta özleriz hiç düşündünüz mü? Eminim birçoğunuz “Keşke 70’lerde yaşasaydım” veya “Yüzyıl başında yaşamak hoş olabilirdi” gibi cümleler kurmuşsunuzdur.
Ben de böyle hissedenlerdenim.
Hatta bazen “yanlış zamanda yaşadığıma” kendimi o kadar inandırıyorum ki, ne bugünün müziği, ne bugünün muhabbetleri, ilişkileri, hiçbir şey ama hiçbir şey bana keyif vermiyor.
Elimi neye atsam yavan buluyorum. Fabrikasyon, sıradan, her yerde bulunabilir, heyecansız, ruhsuz geliyor...
Beni ne heyecanlandırıyor biliyor musunuz? Eski zaman hikayeleri.
İstanbul’un eski hali. Sadece İstanbul değil, gezdiğim tüm şehirlerin eski halleri, eski eşyalar, antikalar, anneanne-dedelerimizin anlattığı öyküler... Sanki gelecek değil, önümdekiler ya da başıma gelecekler değil, yaşamadığım bir geçmişte olanlar heyecanlandırıyor beni...
Size bir hikaye anlatayım...
Düşünün şimdi, Beyoğlu’nda tramvaya bindiniz. Tramvaya biner binmez etrafınıza bir bakıyorsunuz, çevreniz, insanlar değişivermiş, zaman değişmiş, 1900’lerin başına dönüvermişsiniz, Pera’da dolaşır buluyorsunuz kendinizi.
Veya, bir başka semte gidelim...
Gece yarısı Anadoluhisarı’nda hayal edin kendinizi. Deniz kenarında oturuyorsunuz. Bir sandal yanaşıyor kıyıya. “Gelmiyor musunuz, hadi, herkes sizi bekliyor!” diyor biri.
Şaşırarak biniyorsunuz ve kayıkçı sizi az ötede “mehtaba çıkmış” sandalların yanına götürüyor...
Evet, şimdi de 1900’lerde, Abdülhak Şinasi Hisar’ın anlattığı Boğaz mehtaplarının bizzat içindesiniz!
Ya da İstanbul’un dışına çıkalım, güneye gidelim. Diyelim ki Mavi Tur’a çıktınız... Birden, ıssız bir koyda yanınıza dünya güzeli bir tekne yanaşıyor...
İçinde Sabahattin Eyüboğlu, Sabahattin Ali, Cevat Şakir, Necati Cumalı, Bedri Rahmi, Melih Cevdet Anday... Yıl 1945. Karşınızda, daha sonra Sabahattin Eyüboğlu’nun 70’lere kadar sürdürdüğü ve yüzlerce insana Ege kıyılarını sevdiren ve bu gezilerin atası olarak kabul edeceğimiz o meşhur Mavi Tur ekibiyle karşı karşıyasınız...
Yanlış zamanda doğmuşum
“Hayrola Melike, geçmişle aklını mı yedin?” demeyiniz.
Size cuma günü vizyona giren “Paris’te Geceyarısı”nın hikayesini anlattım aslında.
Sadece, “Filmin hikayesini anlatıp zevkinizin içine eden kadın” olmak istemedim, sevgili geçmişte yaşayan Habitus okuru.
Bu bir Woody Allen filmi.
“Ben yanlış zamanda doğmuşum”, “Keşke 20’lerde, 60’larda, 70’lerde yaşasaymışım”, “Şimdi her şeyin içi boş vallahi” gibi cümleler kuruyorsanız bu filmi mutlaka izleyin.
Belki geçmişte aradığınız “Altın Çağ”ın, yaşadığınız günde olabileceğine ihtimal verirsiniz...
Yazının Devamını Oku 1 Ekim 2011
Şimdi efendim, bir insanın tek kişilik yaşantıdan iki kişiliğe adapte olması işine “evlilik hayatı” diyoruz malumunuz.
İki kişilik yaşam en başta düşündüğünüz kadar kolay olmuyor. Herhalde henüz evlenmemiş bütün arkadaşlarım bana “eee, tavsiye ediyor musun evliliği” diye
sormuşlardır...
Tabii ediyorum ama zor arkadaş, yani alışması zor. Bir kişiyken iki kişi oluyorsun, kimi alışkanlıklarını tümüyle değiştirmek zorundasın. Değiştiremiyorsan da dönüştürmek zorundasın, zor adaptasyon süreci de bu zaten.
Evet, en zor kısmı bu olabilir ama evliliğin kadınlar için getirdiği esas değişiklik kadın-kadına iletişimde yaşanıyor.
Daha yumuşak, daha az rekabet duyguları içeren, daha şefkatli ve az yorucu bir hale dönüşüyor.
Mesela normalde sevgilinin yanına gelip konuşacak bir kadın diyelim, kimi zaman size selam bile vermeden sevgilinizle bol fıkırdamalı bir muhabbete girecek olsun, yüzüğü gördü mü ya da evlendiğinizi bildi mi önce şöyle bir duruyor.
Diyor ki, “Haaa, bunlar evli, bi saniye. Bu kız beni paralar, dikkatli davranayım.”
Yazının Devamını Oku 30 Eylül 2011
İşte, olacağı buydu. İngiliz Friedland şirketinin yaptığı araştırmaya göre yeni sosyal dünya düzenine hızla adapte olan hırsızlar, kurbanlarını Twitter, Facebook ve Foursquare’den takip ediyor, evden uzak oldukları zamanları, kullanıcıların girdiği lokasyon bilgisi sayesinde rahatlıkla takip edebiliyor. İlgili habere göre, bu yıl hüküm giyen 50 hırsızla yapılan araştırmaya göre, hırsızların yüzde 78’i Twitter, Facebook ve Foursquare gibi sosyal paylaşım sitelerini kullanarak yeni hedeflerini belirlediklerini söylemiş.
Yani sırf arkadaşlarınıza “mesaj” vermek için “I’m at Bebek” yazdığınızda mesela Beşiktaş’taki evinizin altının üstüne getirilmesi için nefis zemin sağlıyorsunuz.
“Dostlar alışverişte görsün” diye hırsızlara “Evde değilim, buyurun dükkan sizin” demeye değer mi, bir daha düşünmeli. Peki önlem için ne yapmalı? Öncelikle kendi elcağızınızla “şuradayım ve şemsiyeli kokteylimi yudumluyorum” yazmayacaksınız.
Twitter ayarlarınız, yazdığınız her tweet’te “lokasyon bilgisi” veriyorsa, bu ayarı da değiştirmeniz şart.
Zaten inanın bana, “I’m at Bebek” deyince bunu okuyanlar “Aman Allah’ım! Bebek’te mi?? Ne kadar da müthiş ve havalı bir insan!” değil, “Bana ne senin nerede olduğundan ya!?” hisleriyle dolup taşıyor.
Yine en ağır sözler kadına!
Servet avcısı, çakal, kurnaz, “buldu adamı evlenir tabii”, “biliriz biz böylelerini”, “oh, yasla sırtını adama...”
Bunlar İbrahim Tatlıses’le evlenen Ayşegül Yıldız için söylenen sözler.
Bir de “erkek tarafı” için söylenenlere bakalım: “Tabii genç kadınla evlenecek!”, “Kim olsa aynını yapar”, “Tabii ki ‘taze’ olanı seçecekti!”
Cinsiyetçilik nasıl içimize işlediyse artık kadın-erkek fark etmiyor, dedikodu yaparken bile paçalarımızdan akıyor.
Bir kadına bu yakıştırmaları yapınca zevk alıyoruz.
Peki şu hiç akıllardan geçiyor mu? Belki çok mutlular? Belki hiç bilmediğimiz ve asla öğrenemeyeceğimiz ve hatta kimseyi ilgilendirmeyen meseleler var?
Bir kadın hakkında HİÇBİR bilgiye sahip değilken “ay o zaten iğrenç” türevi cümlelerle dedikodu kazanını daha çok kaynatmayı sevenleri dinlemeyi, okumayı reddediyorum ben arkadaş.
Güzel işler
Sağlık Bakanlığı ve Milli Eğitim Bakanlığı’nın “kantin” kararları: Kim bilir kaç nesil öğle yemeklerinde “ekmek arası ekmek” olarak nitelendirebileceğimiz “ekmek arası patates kızartması” ile beslendi... Ekmek arası patates nedir yahu!? Hayatınızda bu kadar saçma bir sandviç gördünüz mü Allah aşkına? Neyse, bu kararları alanlara buradan kocaman bir teşekkür.
“Bize iyi kalbin gerek” fotoğraf sergisi: Türkiye’nin en çok takip edilen sosyal medya yazarları AIDS konusunda toplum bilincini artırmak üzere bir araya gelmiş, fotoğraf sanatçısı Dilan Bozyel de onları fotoğraflamış. “Bize iyi kalbin gerek” fotoğraf sergisi, 1-15 Ekim arası Taksim Metro İstasyonu yürüyen bantlar katında sergilenecek. Bu sergi, blog yazarları Miray Uçar ve Styleboom’un kurduğu “sorumlublog”un (www.sorumlublog.com) ilk projesi. Kendilerini “tüm blogger ve sosyal medya kimliklerine kucak açmış, onların da iyi kalpli katılımlarını, destek ve katkılarını bekleyen bir sosyal sorumluluk platformu” olarak tanımlıyorlar. Sosyal medyanın “sorumlu” yönünü kullandıkları için onlara da kocaman bir teşekkür!
Yazının Devamını Oku 28 Eylül 2011
Dün Hürriyet Emlak’ta okuduğum bir haber, apartmandaki “komşu gürültüsü” söz konusu olduğunda ne yapabileceğimizi anlatıyordu.
Bu haber aracılığıyla haklarımızı öğrenmiş bulunduk ama ben komşu gürültüsünü bir yana bırakıp, “dükkan gürültüsü” ile ilgili konuşmak istiyorum.
Mesela, eğlence merkezi olmayan semtlerde nargile kafe furyası var biliyorsunuz bir süredir. Bir de “aile pastaneleri” meselesi var, nargile kafelerle aynı kategoride olmasa da semt sakinlerinin uzaklara gitmeden “maaile kafede oturma” ihtiyacını karşılayan mekanlar bunlar.
Bilhassa nargile kafelerin varlığından ötürü bir zamanlar sadece kedi miyavlamalarının duyulduğu semtlerden, artık geç saatlere kadar insanı hayli yoran “nağmeler” yükseliyor. Hayır yani sevgili belediyeler, “nargile kafelere destek oluyoruz” gibi bir durum var da bizim mi haberimiz yok, bilelim, ona göre polisimizi çağıralım.
Ha, şöyle bir gerçek de var: Bu tip kafelerin semtlerin daha geç saatlere kadar “uyanık kalmasını” sağlıyor, bir iyi yanı olarak bunu sayabilirim, dolayısıyla hırsızlar artık daha tenha sokak aralarını, erkenden uyuyan yerleri tercih ediyor.
Tabii bu “geç saatlere kadar dıp-tıs müzik” mekanları belirli bir yaş üzeri insanların yoğunlukla yaşadığı ve günün erken bittiği semtlerde, günü geç bitirme mecburiyeti getiriyor, bu da kimsenin hakkı değil.
Ailemle yaşarken “nargileci sesi”nden delirmişliğim, olmayacak bir saatte ALORRRS DANS sesleriyle aklımı yitirmenin eşiğine gelmişliğim, sonra kafeye gidip uyarmışlığım, ses kesilmeyince polis çağırmışlığım vardır.
Fakat bir noktadan sonra “sürekli polisi arayan deli kadın” oluyorsun. Zaten son senelerde “nargileci kafe gürültüsü yüzünden polisi arayan teyze ve amca” yoğunluğu çeşitli semtlerde yüzde beş bin artmış, hal böyleyken “polis çağırmadan makul çözüm” ne olabilir, bunu araştırmak lazım.
Yazının Devamını Oku