Melike Karakartal

Merak ediyorum

20 Ekim 2011
Rus antrenör Nikolai Karpol, voleybolda artık kadınlara şort yerine etek önermiş, “Etek boyu da en az 20 santimetre olacak” demiş.

Etekli formalar NTMK Uralochka takımında kullanılmaya başlanmış. Bu modanın hızla yayılması bekleniyormuş.
Hazır mecliste
etek-pantolon tartışmaları varken bize de gelir mi bu moda acaba diye düşünmeden edemiyor insan.
Yoksa etek “tahrik edici” mi bulunur, “dizlere kadar örtecek bol şort” mu önerilir?
Ne dersiniz? 
- Tokat’taki bir devlet bankasında “okeye dönen” arkadaş, nasıl bir vicdan sahibidir, merak ediyorum. Bu arkadaş bulunur mu, hakkında işlem yapılır mı, merak ediyorum. Kendisi emekli olduğunda aynısının başına gelmemesini diliyorum.

Tebrik ediyorum

Biliyorsunuz Kadir Doğulu, “Hande Yener’in açtığı yollar, tanıştırdığı insanlar sayesinde buraya kadar geldim” dedi dün Kelebek’e verdiği röportajda.

Yazının Devamını Oku

Hitap biçimleri

19 Ekim 2011
Biliyorsunuz, kameraların önünde kocalarından “Falan bey” ya da “Filan hanım” diye bahseden birtakım şöhretli insanlar bulunmakta. Eşi yanı başında duruyor ama birbirleriyle beş dakika önce tanışmış gibiler, henüz “siz”den “sen”e geçememişler, kırım kırım kırılıyorlar, saygıda kusur etmiyorlar.
Buyurunuz, en son Ebru Gündeş, yanı başında duran kocasına “Reza Bey” deyiverdi.
Çok merak ediyorum, hayat arkadaşlarından kamera önünde “az tanıdık” gibi bahsetme halleri bir bizde mi var yoksa bu global bir hareket ve bizi de mi tesiri altına aldı?
Misal, Angelina Jolie, kocası Brad Pitt yanındayken “Mr. Pitt çocukları çok sever” diyor mudur? Ne bileyim Heidi Klum, “Seal Bey ergenken sivilce problemi çekmiş” diye beyanlarda bulunuyor mudur...
Diyorum ki, hazır “Kocam bey” kalıbına bu kadar alıştı bizimkiler, evde de uygulamaya devam etsinler. Hiç öyle aşkımdı, sevgilimdi, kocacımdı, uğraşmasınlar.
Kocalarına evde “bayım” diye hitap etsinler. Sabahları uyanınca “Günaydın bayıma” desinler. Değil mi efendim?
Hitap biçimleri demişken, bir de “bebek” meselesi var ki dağlara taşlara.
“Elif bebek”, “Can bebek” gibi. Madem insanları hayatının başında yaşlarıyla sınıflıyor ve adlarına “bebek” ve “nine/dede” sıfatları ekliyoruz, ara yaşları da doldurmalıyız bence. Ne bileyim, “Zeynep ergen”, “Ayşe yetişkin”, “Can orta yaşlı” gibi.

Karrrrrdeşim

Hanım/bey ve bebek meselesi bir yana, gün boyunca sokakta kulak misafiri olduğumuz hitap şekillerine de bakmalı esas. Mesela erkeklerin “Karrrdeşim” demelerine...
Kardeşim kelimesi, iki erkeğin telefonda görüşürken kullandıkları hitap biçimidir.
Bir erkeği bir erkek tanıdık aradığında “Alo” yerine “Buyur karrrdeşim” tercih edilir. Sevgili ortamlarında da pek faydalı bir sözdür bu karrrdeşim. Telefon çaldığında kadın tarafı “Ay kim arıyor acaba” diye hop oturup hop kalkarken “karrrdeşim”i duydu mu rahatlar.
“Karrdeşim” enteresan laftır. Hem dostanedir, babacandır, öte yandan kulak çeken tarafı da vardır.
“Ben senin dostunum, güvendesin” diye sırt sıvazlarken, bir yandan da “kork benden” diye gizliden gizliye mesajı verir.
Bu mesajların oranı, erkeğin kiminle konuştuğuna bağlı olarak değişir.

Cim ve cım...

Erkeklerin “Karrrrdeşim”i varsa, kadınların da “-ciğim, -cığım”ları var.
Samimiyetleri olmayan insanlar, birbirlerinden talepte bulunacakları zaman, kibar olmak maksadıyla isimlerinin sonuna mini bir ekleme yaparlar. “Ayşe’ciğim, şu dosyayı alır mısın” gibi.
Cim-cım’sız diyalog eksik gibidir. Kimi zaman “canım” kelimesinden de destek alınır.
Sanal ortamlarda sesli harflerden tasarruf edilir, canım, “cnm”a dönüşür.
Bu cim-cım meselesinde, eğer ortada bir talep yoksa gerginlik vardır. Mesela kadınların ofisteki münakaşaları cim’siz-cım’sız olmaz. “Zeynep’cim bunu daha önce konuşmuştuk” gibi.
Eğer isminizin sonunda cim ve cım yoksa, bilin ki ipler kopmuş demektir.
Kadınlar arası “cim, cım” kullanımı öylesine yaygın ki, mesela ben artık ismimin Melike’ciğim Karakartal olduğunu düşünüyorum.
Yazının Devamını Oku

Yok böyle gerginlik

18 Ekim 2011
İnsanın kendinden daha bilgili, deneyimli, yetenekli bulmadığı biriyle, diğer tarafın bilmişlik yapabileceği bir durumda karşı karşıya gelmesi ne zor iştir yarabbim. Hele ki bu ortamda ünlüler varsa, ooof of, en fenası. Durmadan birbirlerinin üzerine çıkmaya çalışırlar, herkes kendi üstünlüğünü kanıtlama çabasındadır...
Bu sene “Yok Böyle Dans”ta sunucusundan yarışmacısına, jürisinden konuklarına herkes star.
Dolayısıyla ego savaşı bol olacak bu sene. İlk bölümde ön gösterimini izledik: Azra Akın, Hakan Peker’in dansını yorumlarken “ışık” kelimesini kullandı mesela.
Azra kendini Türkçe ifade etmek konusunda zorlanıyor belki ama yorumları yeni yetme bir çocuğu değerlendirir gibiydi.
Tan Sağtürk “Sizi ilk defa dans ediyormuş gibi değerlendirmiyoruz tabii, geçmişinizi biliyoruz” gibi sözlerle Azra’yı toparlamaya çalıştı ama Peker çoktaan “Ne münasebet?!” pozisyonu almıştı.
Hani vücut dilinde kollarını göğüs hizasında kavuşturmak savunmaya geçildiğinin işaretidir ya...
Bu gibi durumları düşünecek olursak, yarışmanın iki sebepten dolayı izlendiğini söyleyebiliriz:
1- Ünlüler nasıl dans ediyor? 2- Ünlüler karşılıklı nasıl geriliyor?
Yarışmacıların kimi ununu elemiş eleğini asmış ama ‘son bi’ un eleyelim diye gelmiş, kimi eskiden elediği gibi un elemek için çabalıyor kimi de “her türlü unu elemeliyim” diye tırmalıyor... Neticede hepsi ünlü. Yani eleştirildiklerinde, bir yerde hepsinin ağırına gidecek, o kollar hep göğüs hizasında bağlanacak.
Biz “Bakalım nasıl dans ediyorlar” diye izlerken, aslında onların sınavı dansla değil, kendileriyle olacak.
Zor sınav valla, ne diyelim, iyi şanslar.

Yeni Türkçe kılavuzu

Geçen hafta “Aynen!”, “Olaysın!” ve “Neeet” kelimelerinin anlamlarını açıklamakla başlamıştık.
Bugün, dağarcığımıza üç kelime daha ekleyerek devam edelim.
Noktaaa!: Bu kelime, gözler aşağı devrilip tek el kaldırılarak söylenen ve kesinlik bildiren “Neeeeet!” ile dönüşümlü olarak kullanılır. “Net” kelimesinden biraz daha snob görünür, “her şeyi ben bilirim, inceden ukalayım” hissiyatı içerir.
“Şakkkaaa!” (Şaka yapıyorsun): “Şu dediğine inanmakta güçlük çekiyorum, pek şaşırdım” anlamına gelmektedir. Artık “İnanmıyorum”un, “Atıyosun”un modası geçmiştir. Kimi zaman söylenenlere şaşırılmasa bile şaşırma efekti yaratmak için, muhabbette dolgu malzemesi olarak kullanılır.
Aşkım (bebeğim, bir tanem, tatlım): Bu sözler, sevdiceğinizin söylediği aşk sözcükleri değildir.
Bu sözler, sevdiğiniz bir insanın, ailenizin ya da akrabanızın size hitap şekli değildir.
Efendim bu sözler, hiç tanımadığınız, iki, bilemediğiniz üç kez karşılaştığınız kimi insanların samimiyeti hızlandırmak adına söylemekten büyük zevk aldıkları kelimelerdir.
Bilhassa kadın-kadına hitap biçimine dönüşmüştür.
Samimi olmadığınız biri size doğru “Aşkııııııım, naber canımmm, ay çok özledim bebeeek, tatlımm” diye kollarını açmış geliyorsa, ortamdan hızla uzaklaşınız.
Yazının Devamını Oku

Twitter nedir?

15 Ekim 2011
- “Dostlar alışverişte görsün” cümlesinin gerçek hayatla birleştiği yerdir.

- İnsanların birbirine yazdığı mesajların samimiyet derecesinden kim kiminle ne kadar arkadaş/kankalık müessesesi var mı yoksa “mecburiyetten kibarlık” mı söz konusu, hepsinin açıkça seçildiği yerdir.
- Sosyalleşmediğiniz zaman kim, nerede, ne yapmış birinci ağızdan öğrenmenizi sağlar.
- “Yurtdışı seyahatine gidiyorum ve bunu herkesin bilmesini istiyorum” hissini tatmin etme aracıdır. İngiliz bilim adamları, yurtdışına seyahate çıkanların yüzde 87’sinin mutlaka “........ yolcusu kalmasın” cümlesini Twitter’da paylaştığını açıkladı. Misal, Barcelona yolcusu kalmasın...
Hayır gören de Barcelona’ya Harem Otogar’dan otobüsle gidiyor sanacak. Anladık, yurtdışına gidiyorsun ve çok heyecanlısın da şu “yolcu kalmasın” muhabbeti yerine daha yaratıcı bir şeyler bulsak diyorum.
- Çevrenizdeki insanlar ve az görüştüğünüz kişilerle ilgili detaylı/gerekli/gereksiz bilgi kaynağıdır. Misal, üç gün önce yaptığım ıspanağın içine yanlışlıkla paket lastiği düşürüp onu pişirdiğimi, üstelik afiyetle yediğimi yaklaşık 35 bin kişi anında öğrendi. Ne gerek var efendim, öyle değil mi hah hah haaaaay.
- Doğru kullanıldığında Türkiye ve dünyadan havadisleri alacağınız güzel bir mecradır. Fakat takip ettiğiniz insanlar Twitter’ı SMS aracı olarak kullandıkları zaman ana sayfanız ilginizin olmadığı konuşmalarla doluverir, işte o zaman can sıkıcıdır.
Öte yandan “ünlü mention-laşması”nı izlemek de eğlencelidir, “anında magazin” sağlar.

Böylelerine ne yapmalı?

Yazının Devamını Oku

Hayata tersinden bakmak

14 Ekim 2011
Artan vergilerle, şiddet-taciz olaylarıyla, çevre konularıyla, estetik duygularımızla dalga geçen şehirlerimizle nasıl başa çıkacağız derken, acaba kendimize bir yöntem bulsak ve ona sarılıp kalsak daha mı iyi olacak, ne dersiniz?

Madem hayatımızdaki bazı saçmalıklar değişmiyor, onlarla yaşamayı öğrensek?
Onları sevsek, sinirlenmesek, aksine “gülüp geçsek”?
Mesela, otomobil alacaktınız ama ÖTV, KDV derken bir otomobilin size esasında iki buçuk otomobil fiyatına geleceğini keşfettiniz.
“Ne güzel, trafiğe daha az otomobil çıkar belki” diye düşünebilirsiniz. “Arazi aracını tank olarak kullanan sürücü sayısı azalır belki” diye sevinmeyi deneyebilirsiniz. Çok zorlarsanız tabii.
Mahvettiğimiz canım İstanbul’a bakıp içiniz mi cızlıyor mesela?
Cızlamasın. İstanbul’u yıkıp yeniden inşa edemeyeceğimize göre şehri sevmek için bakış açısını değiştirmeli. Şu geldiği son haliyle onu sevmeyi öğrenmeli.
“Sen de böyle garip bir şehre döndün ama ben seni olduğun gibi seviyorum” diyebilmeli.

Yazının Devamını Oku

Şiddet meselesinde kadının da suçu var!

13 Ekim 2011
Fark ediyor musunuz, kadına şiddetle ilgili fikirleri sorulan, programlarda ahkam kesen kimi kadınlar “Kadınların da kabahati var, seslerini çıkarmıyorlar” cümlesini ağızlarına pelesenk etmeye başladılar.

Ben size bir şey diyeyim mi... Ben hayatımda bu kadar “başka hayatlardan bihaber” bir yorum duymadım. Sanki kadına şiddete “eyvallah demek” zorunda kalanlar kendi arzu ve istekleriyle, bu durumdan memnun olarak durumu kabulleniyorlar.
“Kadınların da suçu var” ahkamını kesenlere sormalı; acaba sesini çıkarmaktan korkan kadınlar kocasının kendisini öldürmesinden, çocuklarını götürmesinden, sokakta kalmaktan, akrabalarının peşine düşmesinden korkuyor
olabilir mi?
Bir seçenek dayak, bir seçenek ölüm kimi kadınların hayatında. Ölmemek için dayağı tercih ediyorlar.
Ve sanki böyle bir gerçek yokmuş gibi, sanki “dayağa eyvallah” diyen kadın başka bir çaresi var da dayağı tercih ediyormuş, bu kolayına geliyormuş gibi konuşan kadınlarımız var ya, herkesin hayatını kendi hayatları gibi mi sanıyorlar
bilmem ki...
Herkesin sesini yükseltecek gücü yok maalesef bu memlekette sevgili okumuş, kendi ayakları üstünde duran arkadaşım. Dolayısıyla, Türkiye’de yaşayan kimi kadınların yaşam koşullarını değerlendirmeden yüksek cesaret aramanın da gerçeğe yakın duran tarafı pek yok.

Yazının Devamını Oku

Paris notları (2)

12 Ekim 2011
Dün Arzu Kaprol ve Paris Moda Haftası’ndan girdik, şehir notlarına gelemedik. Şimdi efendim, bir yandan defile, bir yanda koca şehir ve kısa zamana sığdırılmış bir deneyim, insan hangisinden başlayacağını bilemiyor... Neyse, ben bir başlayayım da gerisi gelir elbet.

Paris’in çoğu yüzyıl başından kalma apartmanlarını gördüğünüzde hep o iç cızlaması oluyor. Eh, insan doğal bir refleksle hemen kendi memleketini düşünüyor. Kendinizi “İstanbul, kat karşılığı arsa, kat karşılığı müstakil ev yıktırma sistemiyle büyüyüp çirkinleşmeseydi, eski yapılar korunsaydı neye benzerdi”yi düşünürken buluyorsunuz.

Paris’e romantik diyorlar ya, bence kulak tıkacıyla gezerseniz romantik. Bu kadar gürültü Mecidiyeköy’de yok arkadaş.

Yine “Romantik Paris” meselesinden dem vuracağım, bakın söylüyorum, insan bu şehre balayına gelse zehir olur. İnsana muamele pek fena. Bir değil, iki değil, üç değil. Hayır yani snobluk da nereye kadar arkadaşım. Kafeye gidiyorsun, binbirrrrrrr nazla sana bakan servis elemanına İngilizce menü soruyorsun, “cık” deyip gidiyor. “Yardımcı olayım, ne içerdiniz” yok!
Bir başka gün Eyfel’i karşıdan gören Trocaderau meydanında bir kafeye gidiyoruz. Oturduğumuz gibi kalkıyoruz çünkü yemek yemeyenler Eyfel’i görmeyen kısımda oturabilirmiş. Servis elemanı masadaki çatalı gösteriyor, “Bak bu ne demek? Yemek yeniyor burada” diye.
Şimdi ben o çatalı senin popona saplamaz mıyım. Seni o çatalla Şanzelize’ye kadar kovalamaz mıyım.
Valla ben Paris’in romantizmini o kafede bıraktım sevgili sesini Edith Piaf gibi titretemeyen Habitus okuru.

Meşhur bir antrikotçusu var Paris’in, ismi Le Relais de l’Entrecôte. İlginç bir sistemi var, rezervasyon yaptıramıyorsunuz. Yemek yemek istiyorsanız 7’de açılan restoranın önüne gidip cezalı gibi sıra beklemeniz gerekiyor.
Şanslıysanız kısa zamanda oturursunuz. Değilseniz aç biilaç saatler beklemeyi göze almanız lazım. Biz şanslıydık, çok beklemeden girişteki masalardan birinde yer bulduk. Fakat burası da en fena masaymış. Çünkü sıradaki herkes size bakıyor, lokmanızı sayıyor “hadi bitirin, biz burada aç bekliyoruz” der gibi. (Bu arada, sırada bekleyenlerden biri de Bo Derek idi. Beklediği her an sırayı bozup ‘siz benim kim olduğumu biliyor musunuz da bekletiyorsunuz’ demesini bekledim ama hiç istifini bozmadı, sırasını bekledi. Ne yapayım, bizim memlekette ‘mekana ünlü girmesi’ fena bir hadisedir ya hani, benimki oradan kalma bir refleks. Hani mekan sahibi tüm ekibi seferber eder, insanlar sizin masanıza sandalyenize çarpa çarpa koşturur, lokmanızı tükürürsünüz...)

Şehirde taksi demek sıkıntı demek. Ancak duraklardan biniyorsunuz, öyle yoldan zırt diye durduramıyorsunuz genel olarak. İyi gün dostu gibi taksiler valla, lazım olduğunda yok. Eski dost metroya ihanet etmemeli. Metro candır.

Montmartre bölgesine gitme fırsatınız olmazsa nehir kenarında “Paris hatırası” satan ressamların, çok eski kitapların ve dergilerin bulunduğu standlara mutlaka göz atın.
“Sonra gelirim” diye almazsanız, üzülürsünüz. Bakınız, bendeniz bu hataya düştüm, şimdi 50 sene öncesinin sanki Elle’lerini, 20’li yıllarda basılmış klasikleri hasretle anıyorum...
Yazının Devamını Oku

Paris günlüğü (1)

11 Ekim 2011
Bugüne izninizle “Bonjour” diyerek başlamak istiyorum sevgili parizyen Habitus okurları. Geçen hafta Paris Moda Haftası’nın son gününde düzenlenen Arzu Kaprol defilesini izlemek için şehre kısa bir ziyaret yaptım.
Arzu Kaprol’ün 2012 İlkbahar/Yaz koleksiyonunu sergilediği defile, aynı gün Miu Miu ve Louis Vuitton defilelerinin de mekanı olan Couvent des Cordeliers’deydi.
Defile mekanı, 18. yüzyıldan kalma tarihi bir bina. Hani tezat durumlar farklılıkların daha da belirginleşmesine neden olur ya, defilenin burada yapılması isabet olmuş.
Bu arada tasarımcımız hep geleceğe göz kırpıyor ama bu koleksiyonunda “Esas bugüne bakınız efendim!” diyor, adı “An-sız-lık/Now-less-ness”.
Ha tabii defile dediğiniz 15 dakikalık bir hadise, hop diye bitiveriyor. Düşünsenize koca bir senenin işini dakikalara sığan bir zaman diliminde sergiliyorsunuz. Stresli iş, yakından görünce boyutu anlaşılıyor. Bütün o cilalı görünümün, kusursuzluğun arkasında stres ve heyecanın fişeklediği tıkır tıkır işleyen bir sistem var.
Defileyi Trendyol’un yöneticilerinden Begüm Tekin’le izledim. Tabii biz telaşlanan değil, izleyici olarak koltukları kabaran taraftaydık.
“Defile gurusu” değilim ama şunu söyleyebilirim ki, Kaprol podyumdan gerçek hayata taşınabilir kıyafetler tasarlamış.
(Bu arada, bu koleksiyondan parçalar defileyi takip eden üç gün boyunca Trendyol’da satıldı.)
Defile sonrası sızdığım backstage’de Kaprol’ü dış basınla röportaj yaparken buldum. Bir yandan da gözüm mankenlerin bulunduğu diğer bölümde. Madem sızdım, şöyle bir etrafı gezineyim dedim. Tabii derhal gözlerim Jessica Stam ve Carmen Kass’ı aradı ama defile biter bitmez yok olmuşlar.
Defilede bir kol boyu kadar mesafeden canlı canlı görmüş biri olarak şunu söyleyebilirim ki, biz bu arkadaşlara güzel diyorsak kendi aramızda konuştuğumuz “güzel” kavramının içeriğini değiştirmemiz lazım.
Otur karşısına manzara diye izle, öyle bir şey yani. Bakınız kıskanamıyorum bile, o kadar diyeyim...

Sanal alışveriş kolay ama satıcıya zor!

Defileden sonra Begüm Tekin’le Trendyol’dan konuştuk. Bir alışveriş sitesinin meğer ne çok işi varmış yahu. Alın size bir soru: Bir alışveriş sitesi kaç çalışana ihtiyaç duyabilir? Peki kaç müşteriye ulaşıyor olabilir?
Benim bu sorulara yanıtım “Herhalde 10-12 kişi çalışıyorsunuzdur” ve “Birkaç bin de üyeniz vardır” iken, aldığım cevaplar karşısında ne diyeceğimi şaşırdım. Trendyol’un 500 çalışanı ve 4 milyon da müşterisi var!
“500 çalışan ne yapıyor?” diyeceksiniz. Mesela, bir kişi sadece 37 numara ayakkabıları denemekle yükümlü. Sitedeki ürünler her gün değişiyor, ayakkabı ve kıyafetlerde kaçar adet beden olduğu ile ürün sayısı çarpılınca ortaya yüzlerce kişinin ancak altından kalkabileceği bir iş çıkıyor.
Begüm Tekin en çok “Nasıl bu kadar çok indirim yapabiliyorsu-nuz” sorusunu aldıklarını söyledi.
Bunun sebebi de basit: Site, markalardan yüksek sayıda alım yaptığı için büyük indirimlerle alıp büyük indirimlerle satabiliyor.
Bu arada Trendyol, siparişlerinin yüzde 50’sini Anadolu’dan alıyormuş.
Hâl böyle olunca, sanal dünya “bizim şehirde istediğimiz mağazalar yok” sıkıntısını da ortadan kaldırmış bulunuyor.
Alışveriş meselelerine daldık, Paris’e gelemedik. O da yarına...
Yazının Devamını Oku