1 Kasım 2011
Teyzeleşmenin ilk belirtisi nedir biliyor musunuz?
Öncelikle günümüzde olanları geçmişle karşılaştırmaya başlıyorsunuz.
Sonra evinize gelen misafirlere “Biraz daha yemek vereyim mi”, “Aç mısın, kesin açsındır sen”, “Bi tabak daha?” diye ısrar ediyorsunuz.
O da olmadı “Meyve vereyim, tatlı ye” diye baskı yapıyor, üçüncü bardak çayı içmedi diye küserek içlerini şişiriyorsunuz.
Soğuk havalarda dizlerinizin üzerine şal-battaniye örtmezseniz bir eksiklik var gibi hissediyorsunuz.
Ama en fazla “geçmiş-günümüz karşılaştırması” yaparken buluyorsunuz kendinizi.
Şimdi “Sen de amma nostalji sevdalısı çıktın, geçmişte mi yaşıyorsun be Habitus” demeyiniz.
Geçmişin nispeten daha doğrudan, daha az “genetiği oynanmış” taraflarını kim özlemiyor ki?
Yazının Devamını Oku 29 Ekim 2011
Galiba siyasetin en sevdiği zaman kipi gelecek zaman.
Kelimelerin sonuna “ecek, acak” koydun mu, “yapacağız, edeceğiz” dedin mi, hop, oyları alıveriyorsun.
Çünkü vaat güzel şey, insanın içini açıyor. Geleceğe umutla bakmasını sağlıyor. Daha iyi koşullarda yaşayacağına inanıyorsun. O yüzden biz galiba hep çok sevdik bu “ecek, acak”ları. Söyleyene güvendik.
Deprem oldu, “Ek vergi ödeyin, size depremden az etkilenecek bir gelecek kuracağız” dediler, “ecek, acak”ı duyduğumuz gibi inandık, başladık bire beş ödemeye. İtiraz etmedik, çünkü biliyorduk ki bu “ecek, acak”lar sayesinde deprem bizi öldüremeyecek.
Sonra şiddetle sarsıldık. Binalar yıkıldı, insanlar açıkta kaldı. Açıkta kalamayanlar, çoktan yedi-sekiz katlı binaların altında toprağa karışmıştı... Kimileri de beton blokların arasında ezilmiş, çaresizlik içinde bekliyordu.
Açıkta kalanlara acil yardımdan önce devlet büyükleri gitti. Sırt sıvazlayıp yine “yapacağız, edeceğiz” dediler. Depremzedeler bu defa “ecek, acak”ı duyunca rahatladı mı bilinmez... Ama akşamındaki manzara pek fenaydı: Çadır yetmemişti, erzaklar yağma edilmişti, depremzedeler çaresizlik içindeydi.
Bir gün evvelinde ise Kızılay başkanı gülerek açıklamalar yapmıştı oysa ki.
Neye gülüyordu acaba? Yani, tam olarak niçin gülerek açıklama yapıyordu? Gülünecek neyimiz vardı?
Yazının Devamını Oku 28 Ekim 2011
Pazar gününden beri depremle ilgili durum tahlili yapıyoruz, sistemi eleştiriyoruz, tabut ev yapanları kınıyoruz, üzüntümüzü ve sinirimizi nasıl dile getireceğimizi şaşırıyoruz...
İnsan hayatının ne kadar ucuz olduğuna şahit olmaya devam ediyoruz, siyasetçi yalanları dinlemekten şişiyoruz, dinledikçe sinirleniyoruz, kalbimiz parçalanıyor, çaresiz hissediyoruz...
Şimdi şöyle bir duralım. Tepki göstermek dışında neler yapabileceğimize bakalım. Van depreminde gördük ki, hayatımız birbirimize bağlı.
Acil durumlarda kaosa sürüklenmemek için ne yapmamız gerektiğini bilmek zorundayız.
Biliyorsunuz, depremden sonra ilk 72 saat, hayat kurtarmak açısından önemli. Ve biliyorsunuz ülkemizde ilk 72 saat deprem bölgesine sadece AKUT ve sırt sıvazlayacak yöneticiler ulaşabiliyor...
Yardım konusunda nasıl kenetlenebileceğimizi gösterdik.
Fakat gözden kaçırdığımız bir konu var ki, o da her şeyden önemli: İlk 72 saatte hayat kurtarmak. İşte, “Ne yapmalıyız?” sorusunu sorduğunuz noktada Mahalle Afet Gönüllüleri Projesi devreye giriyor.
Kendi yaşamımızı birbirimizin desteğinin kurtardığı şu günlerde, belki de en önemli kuruluşlardan biri. Proje, profesyonel ekiplerin yetersiz kalması nedeniyle, halkın kendi kendine müdahale etmesi gerçeğinden yola çıkmış.
Yazının Devamını Oku 27 Ekim 2011
Depremden etkilenen bölgelere destek amacıyla birçok marka seferber oldu biliyorsunuz. Kimisi sessiz sedasız yapması gerekeni yaptı, kimi bunu borazanlarla duyurdu, alkış bekledi, yardım yaptığı bilindikçe “marka vicdanı” rahatladı.
Sosyal medya baskısı, yardım konusunda parmağını oynatmayı pek düşünmeyenleri de harekete geçirdi. Büyük markalar canla başla çalışırken, rakipler susamazdı elbette, dolayısıyla yardım ettiğini duyuran markalar, sessiz kalanları da tetikledi.
Tabii burada şöyle bir mesele çıkıyor ortaya:
Sessizce yardımını yapanlar, kimsenin bundan haberi olmadığı için vurdumduymazlıkla suçlanıyor. Dolayısıyla “yardım yaptığını duyurma” mecburiyeti çıkıyor ortaya.
Fakat markanın PR’ını yapmakla, yaptığı desteğin bilgisini vermek arasında hayli kalın bir çizgi var.
Twitter hesaplarından bir bilgi notu yeterliydi ne yapıldığını bilmemiz için.
Fakat bunun yerine ne gördük şu üç gün içinde anlatayım size: Anında nasıl yardım yaptıklarını bol bol anlattıkları bültenler, Twitter’dan gazetecileri bombardımana tutmalar...
Sadece alkış bekliyorlar.
Yazının Devamını Oku 26 Ekim 2011
Dün sorduk, bugün bir daha, bir daha soralım. Cevap alana kadar soralım: Deprem vergilerine ne oldu? O toplanan paralar nerede? Ne için kullanılıyor, kim yönetiyor? O dimdik duran binaların arasında akordeon gibi ezilmiş, dümdüz olmuş apartmanın içinde kalan oğlunu, kızını, gelinini, torunu için bekleyen depremzedenin kaybının telafisi var mı?
O binalara izin veren ve yapanlar bulunacak ve cezalandırılacak mı?
Gerçi cezalarını çektikten sonra yine o mezar evleri diker, aynı zihniyetin temsilcisi bir başka yetkili de buna izin verir ya...
“Vicdan hapı” yok ki insanlara içirelim? Utanarak söylüyorum, bin lira için malzemeden “tasarruf” eden adamlar hep olacak. Peki siz, sevgili devlet büyükleri, bu adamların bizi öldürmelerine daha ne kadar izin vereceksiniz?
Çevre ve Şehircilik Bakanı Bayraktar “Size cillop gibi köy yapacağız” dedi afet bölgesini ziyaret ederken. Peki deprem olmadan önce cillop gibi köy yapsaydınız? Yenisini, güzelini yapmak için neden depremi beklediniz?
Bizim önceliğimiz güzel görünen sokaklar değildi. Söküp söküp yapmasaydınız da olurdu. Enteresan şehircilik projeleriyle gelmeseniz de olurdu. Sadece deseydiniz ki, “Biz, ülke olarak deprem bölgesinde yaşadığımızın bilincindeyiz. Şiddetli bir depreme hazırlık, tek önceliğimiz olacaktır. Bu konuda hiç kimseye, hiçbir kuruma öncelik tanımayacağız. Kimseye müsamaha göstermeyeceğiz... Burada siyaset biter...”
Ama demediniz. Hatta tüm bunların aksine, bol bol konuştunuz, göz boyadınız.
Binaları denetlemediniz. Parmağımızla itsek yıkılacak binalara izin verdiniz. Şimdi ise, sanki afete hazırlık ve müdahale konusunda tüm görevlerinizi yerine getirmiş gibi davranıyorsunuz.
Peki depreme hazırlıktan anladığınız, henüz vatandaşını kurtaracak olan devlet birimi afet bölgesine ulaşmamışken, devlet büyüklerinin önden gidip sırt sıvazlaması mıdır?
Böyle bir hazırlık yaptısanız eğer, eyvahlar olsun bize. Hepimiz kendi başımızayız. Başımızın çaresine bakmak zorundayız.
Yunus’un fotoğrafına her gün bakın!
Hâlâ önceliği deprem olmayan yetkililer: Yunus’un fotoğrafını buzdolabınıza asmak ister misiniz? Her gün onun yüzünü hatırlayın isteriz biz.
Seçim dönemlerinde her yeri bayraklarla donatırsınız. El ilanları dağıtırsınız. Demek bu işler bu kadar kolay. Söyleyin, mesela insanlara depremle ilgili ne yapmaları gerektiğini el ilanlarına basıp “Bunu evinizin içinde görünür bir yere asın” deyip kapılarının altından atamaz mıydınız? Cillop gibi köy yapmak için, cillop gibi şehirler yapmak için, önce yıkılmasını bekliyorsunuz.
Madem hayat bu kadar zor, madem insan hayatı bu kadar değersiz, o zaman haydi apartman toplantısına sevgili potansiyel depremzede Habitus okuru. Apartmanınızı kontrol ettirin, deprem sigortanızı yaptırın. Kendi hayatınızı kendiniz kurtarın.
Yazının Devamını Oku 25 Ekim 2011
Bugünkü Habitus’a hepimizin merak ettiği esas soruyla başlayalım isterseniz: Deprem vergileri nereye gitti? AKUT olmasa, gönüllülerin, vatandaşların çabası olmasa, Kızılay olmasa ve sosyal medya olmasa, ne yapacaktık?
Görünen o ki 99’dan beri geçen 12 sene içinde hiçbir şey öğrenmemiş, bir arpa boyu yol gidememişiz.
Akordeon gibi katlanarak yıkılan, “mezar ev” yapmaktan vazgeçmemişiz.
İlkyardım bilgimiz yok. Deprem bölgesinde yaşamamıza rağmen asla deprem olmayacakmış gibi devam ediyoruz hayatımıza.
Düşünün, bir trafik kazasında, sokakta bayılmış bir adam gördüğümüzde bile manzara değişmez: Etrafında adamı izleyen onlarca kişi görürsünüz. Bir Allah’ın kulu baygın insanı emniyet pozisyonuna getirmeyi akıl etmez.
Çünkü böyle bir pozisyonu hiç duymamıştır, okumamıştır, öğrenmemiştir... Bu sayede bir insanın hayatını kurtarabileceğini bilmez.
Depremzedelere ilk müdahale yapacak yetkili olmadığında ne yapacağımızı biliyor muyuz? Hayır.
Peki evinizde, yatağınızın başucunda bir deprem çantası, var mı? Hayır. Şiddetli bir sarsıntı söz konusu olduğunda ne yapmalısınız, bunları öğrendiniz mi? Hayır.
Kabul edin, afet konusunda sınıfta kalıyoruz. Ne yapacağımızı bilmiyor, “Nasılsa başıma gelmez” diye öğrenmiyoruz. Ders almıyor, depremi önceliklerimizin arasına bir türlü sokamıyoruz.
Peki depremi ciddiye almak için enkaz altında kalmayı mı bekliyorsunuz?
Soygunculara dikkat!
Ne yazık ki “afete hazırlık” meselesinin neresinden tutsak elimizde kalıyor...
“Akordeon gibi katlanarak yıkılacak olan evlerde yaşayanlar deprem çantasını ne yapsın?” diyeceksiniz, siz de haklısınız.
Binaların durumu bir kenara, normal koşullarda zor ulaştığınız, bir arabanın bile zor geçtiği sokaklara deprem zamanında nasıl yardım yapılır?
İyi olan şu ki, bizi yönetenler çürük binalara müsaade etmiş, yaşanmaz şehirler yaratmış, deprem vergilerimizi bilinmeyen bir diyara yollamışken, vatandaş “tek vücut” olmayı başarabiliyor.
Bu depremde bir ilk yaşandı ve yoğunlukla “yönetilenler”in oluşturduğu süpergüç sosyal medya, etkisini bir daha kanıtladı. Gerekli telefonlar, yardım çağrıları ve tüm paylaşımlar Twitter aracılığıyla yapıldı.
Yalnız bir konu var ki, hepimizin dikkat etmesi şart: İnsanların mutlu ya da acılı günlerini fırsat bilerek soygunculuk yapanlar da kol geziyor etrafta.
Cenazelerde kolunuza yapışıp bahşiş isteyen sözde görevliler vardır ya hani, işte aynen onlar gibi.
Nikah günlerini, sünnet düğünlerini, cenazeleri mesken tutan bu üçkağıtçılar şimdi de “Van’a bağış” topluyorlar. Risk almayın, yardımlarınızı Kızılay, belediyeler ve kargo firmaları aracılığıyla yapın.
Yazının Devamını Oku 22 Ekim 2011
Hep “artık bizi insanların ağzından çıkan hiçbir söz şaşırtamaz” diyoruz ama insanız işte, an geliyor “yok artık daha neler” deyiveriyoruz.
Eh, günlük sohbetlerde, “N’aber, nasılsın?”larda insanlara ait şaşırtan durumlarla sık sık karşılaşmıyorsunuz.
Ancak sinirleri kaşıyacak, derin yara açacak, kalp sızısı yaratacak durumlarda ortaya çıkıyor gerçek hisler.
Bir bakıyorsunuz, her gün konuştuğumuz, her gün karşılaştığımız, her gün okuduğunuz insanların ağızlarından öyle laflar çıkmış ki, en son herhalde ismi lazım olmayan şahıs 2. Dünya Savaşı’nda bu kadar insan ayrımcılığı yapmıştır.
Biri konuşuyor, ayrımcılık yapıyor, bir başkası onun 20 katı tepki veriyor, topluca galeyana geliniyor... Biz de bunları izleyip şaşırıyoruz işte... Mesela...
Yargısız infaz: Bir kişinin ağzından çıkanları doğrulatmadan üzerine çullanma halleri. Söz konusu şahıs meseleyi doğrulayana ya da yalanlayana kadar geçen sürede yaşananlar...
Irkçı söylemler: Kimi zaman her gün karşımıza çıkan, adını güzel haberlerle duyduğunuz insanların, “sanatçıların” ağzından çıkan akıllara ziyan kelimeler...
(Tabii bu “yargısız infaz” halleri kimi ünlülerde “söylediği laftan pişman olursa ya da o lafı söylediğini unutursa gönül rahatlığıyla yalanlama” deformasyonu da yarattı bu arada.)
Yazının Devamını Oku 21 Ekim 2011
Biliyorum, Kelebek’i açtığınızda günlük hayatın insanı sıkan, strese sokan, mutsuz eden taraflarını bir kenarda bırakmayı, iyi vakit geçirmeyi arzu ediyorsunuz.
Neşeli yazılar okumak, gülmek, merakınızı doyurmak, magazine göz atmak istiyorsunuz.
Aslına bakarsanız hislerimiz karşılıklı. Ben de her zaman eğlenceli yazılar yazmayı seviyorum. Yazarken kahkahalar atayım, neşeleneyim; siz de okurken eğlenin istiyorum. Bu işi her gün, bir önceki günden daha çok severek, çok eğlenerek ve daha da önemlisi işine aşık bir ruh haliyle yapıyorum ve yapmak istiyorum.
Bazen ne oluyor, biliyor musunuz? Parmağımı kımıldatacak halim olmadığını hissediyorum. Gün oluyor bilgisayarı açmak bile istemiyorum. Yorganın altına kıvrılmak, sanki hiçbir şey olmamış gibi davranmak ihtiyacı içinde oluyorum. Çünkü neşeyle yazabilmek için aldığım haberlerden uzak, izole bir hayat yaşamam gerekiyor.
Kimi zaman internet icat edilmemiş, televizyon ise evlerimize hiç girmemiş gibi yaşadığımı hayal ederken buluyorum kendimi. İşte böyle günlerde bir word dosyası açıyorum ve boş boş bir süre bilgisayara bakıyorum.
İşte bu, öyle günlerden biriydi. Hem de en kötülerinden.
Ben bugün hayata ara veremeyeceğim sevgili her daim neşeli Habitus okuru.
Ben bugün neşeli değilim, olamıyorum. Mutlu hissetmek istiyorum, bir lokma umut beslemek istiyorum, hayatıma devam etmek istiyorum ama edemiyorum. Boğazımdaki düğümü çözemiyorum.
Yazının Devamını Oku