Melike Karakartal

Değişime direniş!

12 Kasım 2011
Biz “hayatta başımıza ne hal, ne kötülük gelirse gelsin yıkılmadan devam” sözünü yanlış anlıyoruz artık eminim.

Bir yıkım yaşandığında makarayı geri sarmamız, hiçbir şey olmamış gibi hayatımıza devam etmemiz bekleniyor, farkında mısınız?
Olandan ders çıkarmak, neden-sonuç ilişkisi kurmak, strateji değiştirmek, yeni koşullara adapte olmak yok. Belirli bir zamana sabitleneceksin ve başına ne gelirse gelsin o zamana geri döneceksin. Başına gelebilecekleri, tehlikeyi reddedeceksin.
Deprem olacak, evler yıkılacak, sen yıkılmamış, az çatlaklı evine girip oturacaksın.
Görmeyeceksin o çatlakları. “Yok bir şey” deyip geçeceksin. Hele binanda görünürde bir şey yoksa, kontrol ettirmeyeceksin bile. Sonra bir sonraki depremde ev üstüne çökecek.
Sadece depremle ilgili değil konu.
Mesela yolda feci bir kaza olacak. Hem kazanın olduğu, hem de aksi şeritte giden araçlar sırf meraktan kaza yerinde yavaşlayacak, duracak, trafiği kilitleyecek.
Adam merakını giderip yoluna devam ettiğinde, ilk fırsatta alkollü araç kullanacak, hatlı sollayacak, canavarlaşacak... O baktığı kazayı bünyesi reddedecek.

Yazının Devamını Oku

“Her şey kontrol altında!”

11 Kasım 2011
Şu evi görüyor musunuz, şu evi.

Burası Van. Burası, yuvalarından olmuş bir dolu insanın memleketi.



Düşünelim: Bir tane siyasetçinin evi şu hale gelse, varını yoğunu kaybetse ne hissederdi sizce?

Baksanıza, memleket enkaz altında, evvelki gün alay edercesine “her şey kontrol altında” dediler münasebetsizce!

Şu siyaset hakikaten fena bir şey.

Yazının Devamını Oku

Sinema keyfi mi, o da ne?

9 Kasım 2011
Geçen gün “Behzat Ç.”yi izlemek üzere sinemadayız. Malum, bayram vakti, üstüne de konu “Behzat Ç.” olunca sinemalar tıklım tıklım. Alıyoruz biletimizi, oturuyoruz koltuğumuza. Film başlıyor. Adamın biri, 10 dakika geç giriyor. Karanlıkta aheste aheste yerini aradıktan sonra onun yerine bir başkasının oturduğunu fark ediyor. Kızı kaldırıp yerine oturuyor oturmasına ama beş dakika geçmeden koltuğu beğenmediğine karar veriyor ve yine aheste hareketlerle öndeki boş olan koltuğa yöneliyor. Biz de bu esnada arkada cinnet geçiriyoruz. Beyazperdede adamın karaltısı... Gitti mi filmin 15 dakikası.
Neyse, adam yerine oturuyor, bu defa yanımdaki delikanlının telefonu çalıyor. “Alooooov, sinemadayım he” diye başlıyor, konuşmasını pervasızca sürdürüyor.
Solumda manzara bu iken, sağım da pek sağlam değil. Oradan da taco kokuları ve ambalaj hışırtıları geliyor.
Eminim siz de benzer deneyimler yaşıyorsunuzdur sinemaya gittiğinizde. Hatta her defasında “Kalabalık günde gelmeye paydos” diyor ama bir biçimde tıklım tıklım bir güne rast geliyorsunuzdur. Canınızdan beziyorsunuzdur.
Söyler misiniz, sinemayı sinemada izlemenin anlamı nedir?
Tüm detayları yakalayacaksın, hikayenin içine gireceksin, iki buçuk saat hayattan kopacaksın... Valla bizim sinemalarda ancak “toplum özeleştirisi” yapabilecek kıvama geliyor insan, bırakın filmin içine girmeyi... O yüzden sinemaya gitmek yerine, biraz bekleyip televizyonda ya da DVD’si çıkınca evde izlemek istiyorum kimi filmleri.
Bakın söylüyorum, imkanınız olursa sinemaya hafta içi kimsenin poposunu kaldırıp sokağa çıkamayacağı zamanlarda gidin. Bayram olmadığı bir vakit, pazartesi akşamı mesela. Güzel filmlerin tadını ancak böyle çıkarabilirsiniz...
Sahi, birbirimize saygı göstererek, kişisel alanımızı bilerek toplu yaşamayı beceremeyen biz, sinemada mı kurallara uyacaktık? Pardon.

Behzat Ç. tamamdır

İzleyicilerin müsaade ettiği kadar izleyebildim Behzat Ç’yi.
“Görebildiğim kadarıyla” uzun bir dizi bölümü gibi hissettirdi. Bunu kötü anlamda söylemiyorum, bilakis, ne zaman bir yapım sinemalaştırılsa “karakteri değişir”, ekran karşısında aldığınız tadı alamazsınız ya hani... Öyle değil, bildiğimiz, pazar geceleri bizi kilitleyen o malum his baki.
En aklımda kalan diyaloglardan biri, savcı Esra’nın, Behzat ile “CSI Cansu” arasında geçenleri, henüz aralarında bir şey olmamışken hissettiğini söylemesiydi. Eminim o sırada birçok kadın izleyici, geçmişte “Henüz bir şey olmamışken sevgisiliyle aynı ortamda olan bir kadından kıllanma ve sonrasında haklı çıkma” hatıralarını anımsamıştır.
İlhamını, diyaloglarını, karakterlerini hayatın ta kendisinden alan, hem erkeği hem de kadını kendine bu kadar bağlayan bir başka yapım yok bana kalırsa son zamanlarda.
Keyfinizin bozulmayacağı bir pazartesi gecesi, boş bir sinema bulun, gidin, izleyin derim. Filmde emeği geçen herkesi de ayrı ayrı tebrik ederim.
Yazının Devamını Oku

Ninen elini öp diye seni bekliyor, sen Prag’da şato geziyorsun

8 Kasım 2011
Nerede o eski bayramlar, sorarım sana, sevgili bayram tatilcisi Habitus okuru.

“Ay bıktım nerede bu eski bayramlar lafından!” demeden önce dur bir düşün. Neredeler sahi?
Biliyor musunuz, aslında tüm “eski tip bayramlar” hepimizin içinde bir yerlerde duruyor, bir yere gitmiş değil. Fakat koşullar itibariyle, içimizden dışarı çıkmaya korkuyor. Çünkü onu eskisi gibi yaşamamıza mani olan bazı durumlar var:
? Mesela, bayram ziyaretlerinde cep telefonu en büyük sorun. Salonda topluca oturulduğunda, o ilk “Nasılsınız, iyiyim ya siz, hamdolsun yuvarlanıp gidiyoruz işte” cümlesinden sonra herkesin kilitlendiği bir sessizlik anı var ya. İşte o sessizlik artık daha fazla yaşanıyor.
Çünkü artık herkesin bir cep telefonu var! Ve lafı tükenen, daralan, sıkılan hoooop hemen o telefona sarılıveriyor. Hesapta bayram ziyareti, herkesin kucağında bir telefon. Kafalar eğilmiş, oturur pozisyonda beş dakikalık saygı duruşu pozisyonu almış önümüze bakıyoruz. Bundan böyle öneriyorum, evlerimizin girişine bir “cep telefonu sepeti” asalım. Her nasıl evlere girerken ayakkabılarımızı çıkarıyorsak, cep telefonlarını da bu sepete atıp öyle girelim. Bayram ziyaretinde cep telefonuna son!
? Bayramda yaşanan o “herkes tatile gitti, şehir rahatladı” cümlesi var ya. Yalan. Bayramın ilk günü Boğaziçi Köprüsü’nden Asya’dan Avrupa’ya geçmek isteyenler çıldırdı. “Buranın açılacağı yok, Fatih Sultan Mehmet köprüsüne sapayım bari” diyenlerden hâlâ haber alınamıyor. Sanırım sıkıntıdan paralel evrene geçiş yaptılar.
? Artık “Bayramın 1. Günü büyükleri ziyaret etme telaşı pek yok. Zaten telaş edecek bir durum da yok, zira “Bayramda 5 gün Prag-Viyana-Budapeşte” olunca bayrammış, seyranmış, kimin umrunda, değil mi efendim.
Nefes almadan çalışan bünyeler her fırsatı tatil yapmak için kullanıyor biliyorum ama bu da ne yazık ki, eski bayramların havasını öldüren bir durum. Ninen elini öp diye seni bekliyor, sen Prag’da şato geziyorsun arkadaşım.

“İçten” kelimesinin içi boşaldı

Yazının Devamını Oku

Yoran adam tipleri

5 Kasım 2011
Kadınlarla konuşurken “he canım konuş” ifadesi takınanlar:

Kimi erkekler, içinde yaşadıkları kalabalığı “insanlar” değil “kadınlar ve erkekler” olarak görür. Hem iş hem de sosyal hayatları gereği kadınlarla iletişim kurarken, yüzüne pis bir gülümseme kondurur. Erkekler hayatın kendisi, kadınlar da sos malzemesidir ya hani onlara göre, işte o yüzden sizi hep sırıtarak dinlerler.
Sakızlılar: Sürekli sakız çiğneyen adamı görünce kaçacaksın. Bu arkadaşlar pek hareketlidirler. “N’aber?” sorusuna her zaman bir göz kırpma eşlik eder. O göz gün boyunca belki elli, belki altmış kere kırpılır. Cümle kurduktan sonra göz kırpmasa, bir şeyler eksik kalır. Onlar hayatı hafif yaşayan, rahat adamlardır.
“Tişört üstü fular” adamları: Yazın 40 derece sıcağında da, kışın buz gibi havasında da boyunlarına dolayacak bir çaput bulurlar. Yazın tercih ettikleri fularlar daha ziyade pamukluyken kışın akrilik, efendime söyleyeyim yün-kaşmir atkıları o meşhur bağlama tarzlarıyla kullanırlar. Gardırobunda ne kadar kıyafeti varsa, o kadar da atkısı-fuları vardır.
Fularlı adamın ensesini asla görmezsiniz. Gördüğünüz gün ise, üzerinde bir eksiklik, bir yanlışlık var gibi gelir. Hani gözlüklü bir insanı gözlüksüz olarak ilk gördüğünüz an vardır ya... İşte aynen öyle hissettirir.
Aşırı favorililer: Kimi genç arkadaşlar görüyorum ki, vaktiyle Tarık Akan ve Abraham Lincoln bile böyle favori bırakmamıştır. Sevgili erkekler, yanaklarınızı kaplayan favorilerden vazgeçiniz. Kimseye yakışmıyor, enteresan durmuyor, sadece göz yoruyor.
Ha ben çirkinleşmek istiyorum diyorsanız, o başka.

Ve kadınlar...

Durmadan övünenler: Geçmişiyle, ailesiyle, eğitimiyle, güzelliğiyle yaptığı işlerle durmadan övünen kadın kadar yoranı var mıdır, sorarım size.

Yazının Devamını Oku

Okul kapısında can pazarı

4 Kasım 2011
Büyük bir trafik kazası yaşayanlar derler ya hani “hayatı kare kare yaşarsın o anlarda” diye, nasıl oluyormuş, evvelki gün anladım.

Anlatayım.
Önce üstünüze bir kamyon geliyor hızla.
Durmayacağını anladığınızda kalbiniz daha hızlı atmaya başlıyor. Saniyeler içinde darbe anı geliyor... Darbeden sonra her şeyin biteceğini, duracağınızı, sakinleşeceğinizi sanıyorsunuz ama yanılıyorsunuz.
Çünkü hayat yavaşlıyor ve kabus devam ediyor. Kamyonla birlikte sürükleniyorsunuz, çığlıklar, ağlamalar duyuyorsunuz ve sonunda pis, ne olduğu belirsiz bir sessizliğin içine düşüyorsunuz...
Ardından ne olduğunun farkına varıyor, sakinleşmeye gayret ediyorsunuz. Titremenizi bastırmaya ve kalbinizin yerinden çıkacakmış gibi atmasına mani olmaya çalışıyorsunuz.
Sonra etrafınıza bakıyor, birilerinin zarar görüp görmediği konusunda endişeleniyorsunuz. Gördüğünüz manzaraya, olanlara inanamıyorsunuz. Ve hemen ardından gelen öfke patlaması...
Evvelki gün ‘Canımız Sokakta’ ekibiyle beraber İstanbul’daki sokak tacizini ve çözümlerini masaya yatırmak için Sabancı Üniversitesi’ndeki panel için yola çıktık.

Yazının Devamını Oku

Ben değil biz

3 Kasım 2011
Nihat Doğan’ın kendisinden sürekli birinci çoğul şahıs kullanarak bahsetmesini fark etmişsinizdir...

“Bizim bilgimize başvuruldu”, “Biz yanlış yapmayız...”
Merak ediyorum, acaba Nihat Doğan’ın omuzlarında oturan küçük küçük Nihat Doğan’lar mı var?
Ya da “biz” derken, “Cinsel uzvum ve ben bu olaya karışmadık” mı demek istiyor?
Ayrıca kendisine teşekkür etmek istiyorum. (Pardon istiyoruz.) Çünkü kendisi, en alakasız hadisede bile “Biz kiiiiii, en çok bayrağına sahip çıkağğğn” kelimeleriyle başlayan cümleler kurmayı başarmıştır.
Bundan sonra, mesela, taksici para üstünü mü vermedi?
Hemen “Benim kadar bayrağına sahip çıkan bir insanın para üstünü nasıl vermezsin?” diyeceğim.
Vapura yetişmeye çalışırken görevli kapıları kapattı ve 10 saniye ile vapuru mu kaçırdım?

Yazının Devamını Oku

13’lük genç kız ile 17’lik çocuk

2 Kasım 2011
Madem 13 yaşındaki bir çocuğun “genç kız”lığından bahsediyor, 26 adamla kendi rızası ile cinsel ilişkiye girmiş olduğu kararı veriliyor, öte yandan 17 yaşında elini kana bulayanların çocuk olduğu söyleniyor...

Bugün dedim ki, şöyle bir geri döneyim de, ben 13 yaşındayken çocuk aklımla yetişkinlik hayatına dair neler düşünüyordum, ne hayaller kuruyordum, ne yapıyordum, bir hatırlayayım.

Zorladım, zorladım, hatırlayamadım.

Hatırladığım tek şey neydi biliyor musunuz?

Yetişkin olmaya dair bir fikrim olmadığı...

Yazının Devamını Oku