- Futbolcuya küfür ederek performans düşürmeyi hedefleyen, futbolcunun “hisleriyle oynayan” taraftara...
- Kız çocuklarını kadın gibi gösteren reklamlara...
- İnsanların dinine sövmeyi özgürlük olarak değerlendirmeye...
- Konu ne olursa olsun, çözümü yasaklarda arayanlara...
- Sözlüklerin otokontrolden yoksun, artık sadece yöneticilerinin cebini doldurmaya yarayan ve nefret/hakaret platformu haline gelen hallerine...
- Tıklayacağım web siteleri, internette ulaşacağım içerik konusunda, birilerinin bana sormadan, benim adıma karar vermesine...
- İnternetin, kimlik gizlemeye olanak tanımasından ötürü küfür etmeyi günlük alışkanlık haline getirenlere...
Kilo almış/vermişse şak diye fark edersiniz. Onu her gün gören birinden daha fazla gözünüze çarpar değişimi.
İşte evvelki gün, bir insanla ilgili değil ama gece hayatıyla ilgili benzer hisler sardı dört bir yanımı sevgili gecelerden soğumuş Habitus okuru.
Bilmiyorum belli bir yaştan sonra mı böyle oluyor insan ama çok net “gece hayatında hayat yok” yorumunu yapabilirim. Üstelik biliyorum, böyle hisseden bir ben değilim.
Birincisi, gece çıktığınızda dans etmek en büyük günah. Müzik süper, ortam da buna çok uygun olabilir, mühim değil. Dans etmeyeceksiniz. Elinizde içkiniz, kazık gibi dikilecek veya “süper muhabbet ediyormuş gibi görünecek”, “cool”luğunuzu koruyacaksınız. Yüksek volümlü müzik, kulüp ortamında niye muhabbet edersin, o da anlaşılır iş değil tabii. Mesela sohbet edeceksen restorana git, evinde parti ver, ne bileyim, sohbete uygun bir yerde yap bu işi değil mi... Ama yok efendim, dans edilecek yerde dikilip muhabbet etmeye çalışacaksın, dans edene de uzaylı muamelesi yapacaksın.
İkincisi, insanı belli bir yaşa geldikten sonra “aranan kadın/adam” görmek yoruyor. Yani 30’u, 35’i geçmiş ve hâlâ bir gecede 28 mekan gezip yatak arkadaşı arayanları görünce, Allah’ım, diyorum, bayılacağım, götürün beni. Ya da tuzlu ayran filan getirin, tansiyonum düştü sanki...
Ciddiyim, bir insanın hayat enerjisini en çok düşüren insan tiplerini sıralasak, “arananlar” ilk üçe rahat girer.
Erkekler yatacak kadın, kadınlar hayatlarının aşkını arıyor malum, onda bir değişiklik yok. Bir tanışma söz konusu olduğunda başlıyor sıkıntı. Diyelim ki cumartesi gecesi tanışıldı, oldu bir haller. Kadın ertesi gün “Aradı mı, arayacak mı, ne zaman arayacak, ay ben mi arasam, ne hissediyor acaba” diye hop oturup hop kalkar, tarot baktırırken, erkeğin pazar günü için tek endişesi “Maç kaç kaç?” olabiliyor. İngiliz bilim adamlarının yaptığı araştırmaya göre bekar kadınların pazartesi sendromunu artıran en büyük etkenlerden biri perşembe-cuma-cumartesi geceleri tanışılan ve ertesi gün haber alınamayan erkeklermiş.
Ölesiye iç ki canın sıkılmasın
“RT Lütfen”den: Twitter yönetimi “cümlelerinizin sonuna ‘RT lütfen’ yazmazsanız hesabınızı kapatacağız” dedi de biz mi bilmiyoruz? Çok rica ediyorum cevap veriniz, nedir bu yazdığını retweet ettirme çabası? Bakınız söylüyorum, “RT Lütfen”, insanlarda “forward mail” etkisi yapıyor. Yani o retweet ettirmeye çalışılan cümleler okunmuyor bile.
Abartılı söylemlerden: Farkında mısınız, piyasada bulunan istisnasız her şarkıcının konseri “muhteşem” geçiyor. Bir konser haberi de “muhteşem bir konser veren ünlü sanatçı” ile başlanmasın, dişimi kıracağım. İnsanın kendisine objektif olması, abartılı söylemlerden kaçınması, “az seyirci, az dinleyici” gerçeğini kabul etmesi, zaman zaman yaşanan başarısızlıkların normal olduğu noktasına varması ne kadar zormuş meğer. Görünen o ki ünlülerimiz “başarı” meselesini “başarılı görünmeye çalışmak” anlamış.
Emre’ye şaşırmadık!
Emre Belözoğlu ile 61 yaşındaki teyzenin karakola taşınan park kavgalarına şaşırdınız mı? Şaşırmayın hiç. Söylesenize, bilhassa kadınlara soruyorum, kaçınız bir adamdan trafikte küfür yemediğiniz bir gün yaşıyorsunuz? Kaçınız basit bir korna çaldığınız adamdan bile küfür işitmiyorsunuz...
Kabul edin, kim olduğumuz önemli değil, trafiğe çıkınca bırakın nezaketi, kibarlığı, insanlığı unutuyoruz.
Trafik ışıkları yeşilden sarıya döndüğünde kırmızıya yakalanmamak için frene değil, gaza basıyoruz. Karşıdan karşıya geçen insan gördüğümüzde yavaşlayacağımıza üstlerine sürüyoruz. Kaldırımlara otomobil parkedip yayaların haklarını yok sayıyoruz. Tek yön olan sokaklara arsızca tersten giriyor, karşımıza çıkan ve kurallara uygun otomobil kullanan sürücülere okkalı küfürler sallıyoruz.
Trafik söz konusu olduğunda bir tuhaf yaratıklara dönüşüyoruz. O nedenle 61 yaşındaki bir kadına “Tamam teyzecim, kusura bakma” demek yerine karakolluk olmayı tercih eden Emre Belözoğlu’na şaşırmamak lazım.
Aslında suratımdan da bellidir öyle aşırı bi’ mutluluğum filan yok normalde ya ÖHÖ ÖHÖ efendim ne diyordum ben, evet, çok mutluyum evimde valla, hom svit hom derler bilir misiniz. Neyse işte mutluyum yani ev, mev...” gibi cümleleri duyacağınız bir reklam filmi çekeceğim.
Sonra delirecek, “gerçek mutluluk böyle olur arkadaş” deyip Heidi gibi kollarımı iki yana açacak, Çamlıca Tepesi’nden aşağıya ağzım beş karış açık koşacağım.
- Benetton’un yeni kampanyasından “esinlenip” (yabancı kaynaklı işleri çalmaya süslü süslü ‘adaptasyon’, ‘uyarlama’, ‘esinlenme’ deniyor ya, hah, benimki de ondan) Gülben Ergen ve Seren Serengil’i photoshop’la öpüştüreceğim. Sibel Can’ın gülerken dilini üst ön iki dişine değdirmediği bir pozunu bulabilirsem işin içine onu da katabilirim.
- “Geçmişten günümüze bir cıbıl ünlü retrospektifi” isimli bir sergi açacağım. Doğuş’un o seksi ötesi saksılı pozu ve Yılmaz Morgül’ün erkek bedenin anatomisi konusunda eğitici-öğretici fotoğrafları, serginin en önemli parçalarından olacak. Normalde şato mahzenlerinde yıllanmış ve içilecek kadehin ısısı bile belli olan şarapları tercih ettiğini söyleyen sergi konuklarıma, açılışlarda şikayet etmeden kadeh kadeh içtikleri o ucuz şaraplardan ikram edecek, eserlerime bakarak çenelerini sıvazlamalarını izleyeceğim.
- “Muhteşem Yüzyıl’ın Gülleri” isimli bir dizi çekeceğim. Bu dizi bir biçimde kendini halihazırdaki düzenlemelere uyduracak ve baştan sona SADECE reklamlardan oluşacak. Ürün reklamları varken televizyonun sağ alt köşesinde “Şimdi Muhteşem Yüzyıl’ın Gülleri” ibaresi göreceksiniz. Bu ibareyi görmediğiniz zaman ise kanalımın diğer programlarının reklamını izliyor olacaksınız. İnanın bana, bunu diziyi çok seveceksiniz. Şimdiden içimi bu dizinin heyecanı kapladı. Hatta bakın projenin sahibi olarak klişe beyanlar vermeye başladım bile: “Çok heyecanlıyım şu an, çok inandığım bir ekiple çalışıyorum. Oyuncular müthiş, herkes aynı heyecanı paylaşıyor. Bu projeye hepimiz çok inanıyoruz...”
- “Şöhret basamaklarına giden yol 80’lerden günümüze pek değişmedi gibi?” isimli ilk kitabımı yazacağım. “Önemli insanlar tanımak için geliştirilecek stratejiler”, “Bir şöhret basamağı olarak güzellik/model yarışmaları”, “Çıplak pozların ve meme görünen sevişme sahnelerinin şöhretteki önemi”, “Twitter ve Facebook’u bir ergen profesyonelliğinde kullanmak” gibi ana başlıkları olacak. Şöhret adaylarına, bir yarışmaya katılıp kazanamadıklarında, “şike oldu” diye ağlamalarını, kazandıklarında ise “birincilik benim hakkımdı” demelerini öğütleyeceğim. 40 yıllık adeti bozmasınlar, değil mi efendim. Sonracığıma, sevişme sahnesinde meme görünmesi ve görünmemesi koşullarında, oyuncunun basında gündeme gelme oranını istatistiksel bilgilerle anlatacağım.
- Güzellik ve model yarışmalarında kullanılmak üzere “kafaya tam oturan kraliçe tacı” tasarlayacağım. Şimdi, “Bre Habitus, kafadan kaykılmayan kraliçe tacı olur mu yahu?” diyeceksiniz. Olur efendim. Ben yaparsam olur. Cuk diye oturuverecek o taç kafaya. Göreceksiniz.
Her türlü uyanık olmak lazım. Şöyle ki;
- Eğer bir arkadaşınız size mail yoluyla “Canım acil paraya ihtiyacım var, şu hesaba şu kadar para yatır, yurtdışında mahsur kaldım” diyorsa, banka hesabınızı yardıma muhtaç arkadaşınıza aktarmak yerine derhal ona telefon edin. Çünkü “polis numarası” dışında, üçkağıtçıların en çok başvurduğu yöntem bu. E-posta hesabınızı hackledikten sonra adres defterindeki tüm e-postalara bir “yardımınıza muhtacım a dostlar” mektubu yazıyor, ceplerini “dost yardımları” ile dolduruyorlar. Aman diyeyim.
- “Filipin hükümetinden büyük ikramiye kazandınız” gibi cümlelerle size “müjde veren” maillere dikkat. Tabii ya, Filipin Hükümetinin de başka işi yoktu ya, maille ikramiye dağıtacak. Bu tip maillere kanan teyzelerle karşılaşmışlığım var, aman diyeyim. Bilhassa e-posta sahibi teyze ve amcalara sesleniyorum: kimlik ve hesap bilgilerinizi vermeye kalkmayın.
- Evlere telefon eden kimi “tanıtımcılar” en eski dolandırıcılar sayılır ama bu yöntem de hâlâ geçerli. Üstelik artık cep telefonları da var, dolandırma alanı hayli genişledi. “Ülkemize Almanya’dan getireceğimiz yeni süper zayıflama aletini önce sizin denemenizi istiyoruz” diye bir cümle duyarsanız derhal “O aleti kendi üstünüzde deneyiniz” diyerek telefonu kapatınız.
- Bilmediğiniz, güvenilir olmayan alışveriş sitelerinden kredi kartınızla alışveriş yapmayın. Bu kredi kartı bilgilerinizi bir dolandırıcıyla rızanızla vermekten farklı değil. Sonra bir anda kredi kartı limitiniz dolar, hesabınızda para kalmaz, “Ne oldu ayol?” der, üzülürsünüz. Benden söylemesi...
Şehir de bir orman sayılır!
Ormanın ve şehrin kanunları birbirine ne kadar benzer? Şehirde yozlaşan kültürün yarattığı olumsuzluklara karşı durabiliyor musun? Aklın ve aldığın eğitim “insan olarak var olmanın erdemlerini” keşfedebilmen için yeterli mi?
Diyorlar ki, “Yapılan konut projelerine niçin geçici olarak yerleştirilmiyor depremzedeler?”
Bu iki soruyu “3. dünya ülkesi vatandaşı vicdanı” konusundan girerek yanıtlamaya başlayalım isterseniz...
Bu tip vicdan, pek enteresandır. -Mesela- bir felaket yaşandığında, ortalık kaynarken sessiz kalamaz, derhal kendi içinde seferber olur. Yardım toplar, tüm kaynaklarını; Twitter ve Facebook gibi sosyal medya ağlarını sadece bunun için kullanır.
Sonra biraz zaman geçer, olanların, kendi hayatı üzerindeki vicdani etkisi hafifler.
Kendini parçalayan adam, artık yaşananları, “bizim kendi derdimiz”den, “bir başkasının başına gelen tatsızlıklar” kategorisine dahil eder.
Deprem, afet, hepsi bayatlayıverir bir anda. 20 gün önce vicdanın alev alev yanar, etrafındaki herkese birlik, beraberlik ve “yardım için nasıl hareket etmek gereklidir” konuşmaları yaparken, bir ayı geçmeden gece gezmelerine, tatlı muhabbetlerine, “Bebek’te kahve keyfi”ne çoktan geri dönmüşsündür.
Acı haberleri okur, “Ay canııım” dersin, eğlencene geri dönersin. Eh, haliyle yardımların akıbetini sormazsın. Sen gerekli yardımı yapmış, görevini yerine getirmişsindir çünkü. Normal hayatına geri dönmen için bir engel kalmamıştır.
Sahi, biz de bugünü bekliyorduk ya, Demi Moore’a bakıp “neyse ki henüz çökmedim” diye şükredeceğimiz günü.
Bakın söylüyorum, ne yapsak boş. Bir değil, 10 kere, yüz kere yazdık, merak ettik, kadınlara yönelik bu yaş ayrımcılığı ne zaman bitecek diye ama boşuna heveslenmişiz.
Görünen o ki, gençliği bu göklere çıkarıp yaşlanmayı hayatta en korkulacak hadise olarak göstermekten vazgeçmeyeceğiz.
Geç olmadan, yaşlanmadan ölelim bari. Zira kadınlar için daha iyi bir çözüm görünmüyor.
Bir de nedir fena olan, biliyor musunuz?
Siz her ne kadar “Aman gençlik sonsuza kadar sürmez, varsın bassınlar ‘çöküş’ fotoğraflarını, gerçeği değiştiremezler ya” deyin, bu anlayış fark etmeden her kadının bilinçaltına oya gibi işleniyor. Bir lokma buruş, kırış, suratında iz gör, her gün yirmi dakika ayna karşısında suratını inceler hale geliyorsun.
Neyse, bize hayatta her gün karşımıza çıkıp “ay kız pek bi çöktün sen” demiyor kimseler.