Mesela restorandan çıkmış ve arabasına binmiş bir oyuncu... Kendisine uzatılan mikrofona asla konuşmuyor, kamera yokmuş gibi davranıyor. Biz de, izleyen taraf olarak genellikle “Vay be, demek bu da havalanmış” yorumu yapıveriyoruz.
Zaten programın “dış ses”i de bunu onaylıyor: “Umursamaz davranışlarıyla dikkat çeken ünlü oyuncu...”
Fakat bizim görmediğimiz ve hadisenin odağı olan taraf şu: Bir anda nereden geldiğini anlamadığınız ve gözünüzü kör eden bir kamera ışığı önünüzü kesiyor. Adamın biri bas bas bağırarak “Evet, sevgiliniz nerede, ayrı mısınız?” gibi, yirmi yıllık ahbabınızın bile dan dun soramayacağı soruları yanıtlamak mecburiyetinde bırakıyor sizi.
Kendinizi onların yerine koyun; böyle bir durumu kabul eder miydiniz?
Veya bir başka sahne düşünelim: Kendisine söylenen bir söze sinirlenmiş, muhabirin üzerine yürüyen bir adam.
Siz, yine izleyici olarak “Vay be, adama bak, ayıp ayıp” diyorsunuz rahatlıkla çünkü görünürde birinin üzerine durduk yere saldıran bir “ünlü” var ortada. Öncesini görmediniz, bilmiyorsunuz.
Tabii burada yine gözden kaçan bir detay var: “Üzerine yürüme”den bir dakika önce, ünlü olan şahsın sinirlenmesi için bilhassa son derece kışkırtıcı laflar söyleniyor.
Orta yol bulmak, ihlalleri yapanları cezalandırmak ve makul bir çözüm bulmak yerine “Madem işin ucu kaçtı, toptan kökünü kazıyalım” anlayışı sayesinde sokak kültürü nasıl ölüyor, hepimiz içimiz acıya acıya izliyoruz.
Masalar kalktı, gürültü azaldı ama masa masa gezen sokak müzisyenleri “gezici orkestra” halinde “eylemlerine” devam ediyor.
Yani Asmalımescit civarındaki apartman dairelerinde yaşayanlar için “gürültü” kesilmiş sayılmaz.
Geçen cuma, Asmalımescit yakınlarındaki Gönül Sokak’ta, sokağın Narpera ve Lux’ün bulunduğu tarafında, darbukası ve klarnetiyle müzik yapan bir grubun üzerine saat 20.30 civarında yukarıdaki dairelerden birinden koca bir bardak fırlatıldı.
Tesadüfen kimse yaralanmadı, bir zayiat olmadı fakat bardak isabet etseydi, talihsiz şahsın hastanelik olması kaçınılmazdı.
Düşünsenize, “Siz eğleniyorsunuz ama burası bizim evimiz, gürültü yapamazsınız!” diyen biri, 20.30 gibi erken bir saatte “adam öldürme” yoluyla gürültüyü kesmeye çalışıyor!
Üstelik o saatte o sokakta bulunanlar sadece müzisyenler değil...
Evlenirken –hatta daha da geriye gideyim- tanışma vakti birbirlerinin karşısında kırım kırım kırılan, karşılıklı jestlerle baygınlık geçiren çiftler, konu boşanma olunca yerlerde sürünüyorlar. Aslına bakarsanız, insan sevgilisinden ayrılırken bile ne sahneler yaşıyor, konu evlilik olduğunda çirkefleşmenin beş katına çıkması pek de anormal değil hani.
Sevgilisinin evinde yaşamaya başlayınca “Hmm burası çok bekar evi gibi, çok pis ve her şey yenilenmeli, yoksa zaten ben oturamam” deyip tüm evi neredeyse baştan aşağı yeniden yapan bir arkadaşım, ayrıldıklarında “Evi eski haline getirip” bıraktığını anlatmıştı bir defasında.
Kullanılmış sabunu bile götürmüş, size o kadar diyeyim.
Nasıl bir “ayrılık sonrası bünyeyi saran hınç etkisi” ise artık, insana “Herkül gücü” veriyor, normalde yapamayacağın işlere kalkışıyorsun. Yine aynı arkadaşım, ayrılırken “burada bir çöp bile bırakmayacağım HIH” hisleriyle evin bütün jaluzilerini söküp yerine eski perdeleri takmış, tüm evin eşyalarını iki saat içinde paketleyip kolilere yerleştirmiş.
Aslına bakarsanız bu ve benzeri hareketler hep “hayatımdaki eksikliğini fark edeceksin” demenin bir başka yöntemi.
Tabii kadınlar söyleyeceklerini dolaylı yoldan söyledikleri, erkekler de meselelere dümdüz baktıkları için böyle bir olayda mesela, kadın “kullanılmış sabunu bile almış manyak” tanımında bahsedilen kişi pozisyonuna düşüyor.
Halbuki bunun altında “etrafta benim izlerim olmayınca acı çekeceksin” mesajı var. Hoş, bunu kadının kendisinden ve meseleyi bilen yakın arkadaşlarından başka kimse anlamıyor ama... Zaten öyle bir acı da yok hani, sen çeker sanıyorsun sadece. Ayrılık ve boşanmalarda, o zamana kadar tutulmuş her türlü duygu ortaya çıkıveriyor.
“HIFS” etkisi!
Şimdi “Bre Habitus, yeni yeni icatlar çıkarıyorsun, bu da ne şimdi kuzum?” demeyiniz.
Şöyle anlatayım: Efendim, genellikle erkek oyuncularımız ve kadın oyuncularımızın bir kısmı, dizilerde rollerini keserken, dikkat çekici fakat ne yazık ki pek de doğal olmayan bir hal içine giriyorlar. Mesela bir cümle kuracaklar diyelim.
Önce, sanki böyle hava yutar gibi “HIFS” diye kısa bir nefes alıyor, laflarını bu kesik nefesten sonra sıralayıveriyorlar.
Malum, dizilerimiz pek bir dramlı, oyuncular sürekli endişeli endişeli davranmak ve o sıkıntı etkisini izleyiciye vermek durumundalar... Muhterem oyuncu koçları “Sevgili oyuncular, eğer cümlelerinizi kurmadan önce HIFS diye kısa bir nefes alır ve karizmatik, kendine güvenli bir tavır takınarak konuşmaya başlarsanız, çok inandırıcı olursunuz” mu diyorlar acaba?
Valla sizi bilmiyorum ama benim hayatımda dramlı dramlı birtakım olaylar olduğunda karşımdaki insan ile şöyle bir diyalog yaşadığımı hiç hatırlamıyorum:
–HIFS- bak arkadaşım... (es) –HIFS- yalan söylediğini biliyorum. (es) –HIFS- eğer bunu bana bir daha yaparsaaaaan.... (es) –HIFFFS- günah benden gitti! –HIFS- (Bağırarak) Beni anladın mı?...”
İşte bu nedenden ötürü siz sevgili şehir insanı Habitus okurlarını uyarmak boynumun borcudur:
- Toplu taşıma araçlarında itinalı olunuz: Mesela sevgili erkekler. Toplu taşıma araçlarında bacaklarınızı aça aça oturmayınız. Kadınlar bacaklarını bir arada toplar ve oturduğu yerde büzüşürken, erkekler neredeyse önünde puf olsa ayağını önüne uzatacak gibiler. Bu nasıl oturuştur sorarım size. Çay da vereyim bari. Çok rica ediyorum kadınlar nasıl oturuyorsa, erkekler de öyle otursun. Ön takımı da evde dinlendir arkadaşım.
- Vapurdan inerken iskelenin verilmesini bekleyiniz: Vapur yanaştıktan sonra ilk atlayan yolcuya çıkışta takdirname belgesi veriyorlarsa, bilelim. Hepimiz atlayalım. Ayrıca herkesten önce inmenin kazandırdığı iki saniye, ölüm ihtimaliyle karşılaştırılınca pek bir kazanç değil gibi sanki?
- Sıraya girmeyi biliniz: Bankada, bilet sırasında, bir araca binerken, inerken, pasaport kontrolü esnasında... Hakkını kollamayanın hakkını yiyene de mi takdirname veriyorlar?
Hayır öyle bir durum varsa, boşuna kendi sıramızı beklemeyelim, insanlara yol vermeyelim. Biz hangi ara bu kadar kabalaştık, birbirimize eşya muamelesi yapmaya başladık, hakikaten merak ediyorum.
- Trafikte normal bir insan olmayı deneyiniz: Emin olun kaybeden değil, kazanan siz olacaksınız. Tabii insan emniyet şeridini ihlal edenleri, takip mesafesiyle ilgili herhangi bir fikri olmayan ve 100 ile giderken tamponuna yapılanları görünce delirmemek için kendini zor tutuyor ama bence birimiz başlasak zincirleme reaksiyona sebep olabiliriz.
Türkiye’de diziler...
- Akmaz:
Hanidir bu muhabbeti yapmıyorduk, bence çoktan vakti gelmiştir:
- Mesela PlayStation oynanan bir odada “Ay boş tabak ve bardakları alıyım, çöpü dökiyim” diye ekranın önünden böyle yavaaaşşş yavaş geçe geçe, sadece tabakları almakla kalmıyor, alanda küçük çapta bir temizlik yapıyor ve erkeklerden sessiz çığlıklar yükselmesine sebep oluyorsanız, nene patiklerinizi giyip ayaklarınızı altınıza alma yaşı çoktan gelmiştir. Siz bir teyzesiniz.
- Ütülenmesine gerek olmayan çorap gibi tekstil ürünlerini bile “Bi’ ütü vurayım da gıcır gıcır olsun, şöyle oh” diye ütülemeye kalkıyor ve piyasadaki hiçbir ütüyü beğenmiyorsanız, siz bir teyzesiniz.
- Yoğurt kapları biriktirmenin en önemli teyzeleşme belirtisi olduğunu daha önce konuşmuştuk. Şimdi sizi mutfağınızda küçük bir gezintiye davet ediyorum. Eğer yoğurt kapları bir dolabı dolduracak orana erişmişse, açtığınız her dolap kapağının ardından bir ambalaj kafanıza düşüyorsa, teyzeleşmede hayli yol kat etmiş, geri dönülebilir noktayı geçmişsiniz demektir.
- Yoğurt kabı gibi, evdeki torbaların da önemli bir teyzeleşme belirtisi olduğunu evvelki yazılarda belirtmiştim hatırlarsanız. Şimdi lütfen bu torbaların mutfağınızdaki oranına bakınız. Evinizde, Şok-Dia-Carrefour torbası yoğunlukta olmak üzere yapılmış her türlü alışverişin torbalarından oluşan bir “torba gardırobu” oluşmuşsa... O torbalar her yerden fırlayıp ayağınıza dolanıyorsa...
- Bunun yanında turşu ve reçel kavanozlarını çöpe atarken içinizde derin hesaplaşmalar yaşıyorsanız... Siz bir teyzesiniz ve sonsuza kadar da öyle kalacaksınız.
“Çay eşiği” yükselmişse...
- “Bir kadın ne kadar ayakkabı alırsa alsın, azdır” cümlesini “Bir kadın ne kadar tencere, tava, kek kalıbı ve 6’lı muhallebi kabı alırsa alsın azdır” ile değiştirmişseniz...
İzlemeyenler için kısaca anlatayım, The Roast, program konukları için hayli zor ama izleyen için bir o kadar eğlenceli bir program.
Bir defa, başına gelmiş her olayla alay edilmesine tahammül gösterecek ve programda yer almayı bu koşullarla kabul eden ünlülerle yapılıyor. Her bir ünlü sırayla kürsüye çıkıyor ve aşağı yukarı yarım saatlik sürelerde programın odağı olan ünlü başta olmak üzere, tüm konuklarla ilgili hazırladıkları taşlamayı, stand up tadındaki bir gösteriyle, hem izleyiciye, hem de ünlünün yüzüne karşı sunuyorlar.
The Roast of Charlie Sheen’de, “başrol” Sheen dışında Mike Tyson, Kate Walsh (Grey’s Anatomy ve Private Practice’in yıldızlarından), komedyen Patrice O’Neal, William Shatner (Star Trek’in Kaptan Kirk’ü), Jackass’den hatırlayacağınız Steve-O gibi ünlüler vardı.
Charlie Sheen’in uyuşturucu ve seks bağımlılığından tutun dövdüğü kadınlara, Mike Tyson’un s harfini söyleyememesinden Steve-O’nun geçtiğimiz sene ölen ekip arkadaşı Ryan Dunn’a, her konuda espri yapıldı.
Kimi konularda taşlamaya maruz kalan ünlünün, meseleyi kaldırma ile kaldırmama arasında kaldığını görüyorsunuz, fakat bu programda sınır yok, günlük hayatta “tabu” ya da “çok ayıp olur” diye ağza alınmayan konular bile taşlama olarak yer alabiliyor.
İnsan bu programı izlerken tabii “ya bizde böyle bir program olsa” diye düşünmeden edemiyor.
Eğer bu programın bir benzerini yapma cesareti gösterecek kimse olursa, baştan uyarıyorum, eğer canınıza susamadıysanız henüz mesele fikir aşamasındayken vazgeçin. Zarara uğrarsınız. Niye mi? Buyurunuz bir sonraki bölüme.
Bizdeki versiyonu Erol Köse
Arkadaşlarını iyi seçiyorsun da, biliyorsun ki, içinde bulunduğun insan topluluğunu, işini, mahalleni kendi istediğin insanlardan oluşturma lüksün yok şu hayatta. Dolayısıyla “sırf yıpratmak için dedikodu çıkaran” insanları etrafında barındırmama, o dedikodulara karşı insanları “inanmayın” diye uyarma şansın da olmuyor.
Mesela işinde gözü vardır. Hakkında “işyerinde çok mutsuz, çalışamıyor, ayrılacakmış” diye dedikodu çıkarır, etrafındakileri de bir güzel inandırır. Halbuki senin bir mutsuzluğun yoktur, olmayan mutsuzluğunu bir zaman sonra başka birinden “dedikodu” olarak duyarsın. “Allah Allah, ayrılacakmışım demek?” diye şaşırırsın.
Bir başka mesele: Erkekler arasında kendi eksikliğini bir başka insanın eksikliğiymiş gibi anlatmak veya yaşamak da pek yoktur mesela fakat bu kimi kadınların hayatta kalma biçimi haline gelmiştir.
Vaktiyle alkolle arası iyi olan ve her akşam şişenin dibini gören bir tanıdık geç saatlerde kafayı bulduğunda beni arar, “Sesin alkollü geliyor, içtin galiba” derdi.
Yani kendi halini üzerime yıkmaya çalışır, bunu bir “iyi hissetme yöntemi” olarak kullanırdı. Ben de telefonun bir ucunda, durumun farkında ve ayık taraf olarak, saçımı başımı yolardım.
Bir başka model de kendi tembelliğini ve işgörmezliğini bir başkasının üzerine yıkmaya çalışanlar... Çalışkan ve işinde son derece başarılı bir arkadaşım, senelerdir hakkında iş çevresine “Tembeldir, sivridir, onu zaptedemezsin” dedikodusu yayan ve ne yazık ki anlattığı insanlara palavrasına inandıran biriyle savaşıyor mesela.
Düşünsenize, bir iş görüşmesine gidiyorsunuz ve oradaki hayatınıza direkt 1-0 yenik başlıyorsunuz. Siz görüşme yapacağınız insanı tanımıyorsunuz ama karşınızdaki insanın sizinle ilgili –başkası bir şahsın uydurarak anlattıkları sayesinde- bir fikri var.