“Kadın ırkçılığı”, televizyonlardan gazetelere, sokaklardan internete, sokak dilinden yazı diline, her yeri ve herkesi yavaş ve sinsi bir biçimde sarıyor.
Mesela oyuncular dünyasından girelim konuya. Kadın oyuncularla ilgili çok net bir gerçek var: “Sevişmeye başladığı ya da memesinin göründüğü tarih” bir milat olarak kabul ediliyor.
Evvelki gün bir gazetenin internet sitesine Ayça Bingöl’ün göğüs dekolteli eski bir fotoğrafı koyulmuş ve “İşte ilk dekolte” diye başlık atılmış. Ne kadar yaratıcı, ne kadar “hoş” bir dil, değil mi? Oyuncu Ayça Bingöl’ü nasıl da ihya ediyor!!
Bir yandan “değerlerimiz de değerlerimiz” diye sızlanıp duranlar, bir yandan hiç durmadan ama hiç durmadan kadını “memeli bir ürün” olarak önümüze atanlar...
Kadına yaptıkları muameleden biz bahsedince pek sıkılıyorlar, peki bu çifte standardı alkışlamamızı mı bekliyorlar?
Şimdi eğlencenize limon sıkmak istemem ama yılbaşı gecesi Victoria’s Secret şovu olduğu için bir heyecan sarmış durumda erkek cinsini.
Bari bir başka kanal da şöyle, ne bileyim Biscolata’s Secret show filan yok mu, yayınlasa, biz de onu seyretsek!
Bakınız son olarak Yeşilay Başkanı Muharrem Balcı “Behzat Ç.” ile ilgili “Suçlularla mücadele eden polis topluma örnektir. Ancak bir dizideki kahraman devamlı alkol kullanıyor. Elinden içki şişesi düşmeyen bir polisin kahraman olarak lanse edilmesi, toplumumuza örnek olarak sunulamaz, bu tam bir aymazlıktır. Böyle mi gençlere örnek oluyorlar?” dedi, hepimizin derin düşüncelere dalmasını sağladı eksik olmasın.
Hakikaten çıldırmamak elde değil. Bir toplum bu kadar gerzek yerine koyulur mu yahu? Ekranda sigaranın mozaiklenmesi yeterince ağır hakaretti, “Biz bir polisin su ve alkolsüz meşrubat içerek karakterize edilmesini isteriz, yoksa milletimiz yanlış anlayabilir” de nereden çıktı?
Sigara mozaiği meselesinin ateşi söndü tabii, uygulamanın ilk zamanlarındaki gibi hararetli hararetli konuşmuyoruz ama işin tercümesi hâlâ değişmedi: “Sen televizyonda her gördüğünü faydalı bir şey sanıp özenecek bir gerzeksin, o yüzden biz uygunsuz gördüklerimizi mozaikliyoruz...”
Tabii ya, gram aklımız yok bizim, iyiyi, kötüyü ayıramayız. Ne yapacağımız, neye bakacağımız söylenmezse kayboluruz.
Bir dizide dertli, travmalı bir polisi canlandıran bir karakterin bira içmesini “Hmm, bira içiyor, demek ki bu iyi bir şey. Demek ki içli ve kahraman polisler sürekli bira içer. Polis bira içiyorsa biz de bira içmeliyiz. Her gün, her dakika bira içmeliyiz!” olarak algılarız. 4 yaşındaki çocuğun düşünce yapısına sahibiz çünkü, zekamız ancak o kadar gelişmiş.
Delirtici bir diğer mesele: Bir olay eğer “kötü örnek” değilse, haysiyetimizi, toplum yapımızı zedeliyor, ikinci kaçış noktası da bu. Meme deyince mesela, kulaklarımıza kadar kızarmamız gerekiyor. İki insan arasındaki cinsi münasebet, televizyona taşınırsa eğer, affedilmez bir ahlaksızlık sayılıyor.
Televizyonların “bira içmeyen polisler ve onların örnek hayatlarını anlatan dizilerle, “kuralına uygun” kahramanlık hikayeleriyle dolsa hepimiz rahatlayacağız. Hayatımızdan memeler, cinsellik, sevişme ve kadın ve erkek bedenine dair “ayıp” ne varsa yok olsa, derin bir nefes alacağız.
Kimse bilmiyor. “Film setine gideceğim” dediğimde ise “Taken seti mi, şurada çekiyorlar” diye en ufak detayına kadar anlatmaya başlıyorlar.
40 gün olmuş filmin çekimleri başlayalı. Son bir haftadır Eminönü civarındalar. Bütün esnaf setten haberdar.Aksiyon sahneleri çekiminde her türlü kolaylığı sağlıyorlar.
Filmin Fransız yönetmeni Olivier Megaton (Columbiana ve Transporter 3’den hatırlarsınız), boşuna “Buradaki aksiyon sahnelerini Fransa’da çekemezdik, bu imkanları orada bulamıyoruz” demiyor.
Yıllardır göz ardı edilen Türkiye, yabancı filmlere plato olarak biçilmiş kaftan.
250 kişi çalışıyor “Taken 2” setinde. Çoğu Türk ve daha önce çeşitli setlerde karşılaştığım tecrübeli gençlerden oluşan bir ekip var. İstanbul çekimlerinde işbaşında olan Karma Films iyi bir iş çıkarıyor.
Robert Mark Kamen ve Luc Besson’un kaleminden çıkan “Taken 2”nin hikayesinin yüzde 80’i Türkiye’de geçmekte.
Şimdi efendim, o kadar da değil tabii, abartmayayım, sadece dışarıya “gösterdikleri” kadar olağanüstü bir şehir değil. Tabii Los Angeles’ın o kadar da müthiş bir şehir olmaması benim dönem dönem yazılarımda “Ben Los Angeles’tayken...” diye başlayan cümleler kurmama da “Amerika’da böyleyken bizim ülkemizde böyle, inanılmaz yani” biçiminde bir magazin dili edinmeme engel değil hah hah haaaay. Neyse efendim, ben en iyisi size şehri anlatmaya devam edeyim.
Bu koca şehirde rahatlık açısından otomobil bir zorunluluk olsa da, çevreyi tanımak için en güzel seçenek, boynunuza bir fotoğraf makinesi takıp, Japon turistlerin arasına karışıp üstü açık otobüsle klasik turist gezisi yapmak.
“Bre Habitus, ta oralara gidip üstü açık kırmızı gezi otobüsüne bin önerisinde mi bulunuyorsun” demeyiniz. Evet, öneriyorum efendim. Hatta diyorum ki, gezdiğiniz tüm şehirlerde önce üstü açık gezi otobüsüne bininiz. Bir şehirle ilgili ilk fikir edinme deneyimini en güzel böyle yaşıyorsunuz çünkü.
Peki gündüzleri sıcak ve kurak, geceleri soğuk ve insanı Azer Bülbül gibi titreten şehirde başka neler var?
Gel seninle bugün gündeme dalmadan kenarından gidelim, okyanusun ötesine, Los Angeles’a uçalım.
Geçen hafta, bu güzide şehre pek meşhur bir Hollywood aktörü ile buluşmaya ve yeni projesiyle ilgili röportaj yapmaya gittim, fakat anlaşmamızdan ötürü bu konuyu yeni yıla kadar bir sır olarak saklamak durumunda olduğumu söylemek istiyor, size şehr-i Losencılıs’ı anlatmaya koyuluyorum.
Şimdi zannediyorsunuz ki size Hollywood ünlülerinden, güneşli havadan, güzel insanlardan, ne kadar büyülü bir yer olduğundan bahsedeceğim. Ha, tabii güzel şehir Allah için, havasından da güneş eksik olmuyor ve adım başı bir ünlüyle çarpışıyorsunuz fakat bu Hollywood yapımları bizi kandırıyor arkadaş!
Zira yapımların çoğunda bulunan ve şehrin tamamen cilasını gözler önüne sermeye yarayan “Hollywood filtresi”, tüm dünyayı buranın bir “Rüya şehir” olduğuna inandırmaya yarıyor. Gerçek Los Angeles, pek öyle uzaktan göründüğü gibi değil.
Cilalı mahallelerin –çok değil- bir kilometre ötesindeki sefalet, evsizler, “ışıltı”dan daha çok çarpıyor yüzünüze... O bir yana, ekrandan aşina olduğumuz “güzel insanlar, güzel kalabalıklarla dolu sokaklar”ın da koca bir yalan olduğunu söylemek isterim zira sokak ve caddeler bomboş. Caddelerde tek tük yürüyüş/spor yapanlar ve etrafına aval aval bakan turistler dışında pek kimse yok. Yürüyen insan yok ama araç bol çünkü Los Angeles, dağınık ve geniş bir şehir. Otomobil insanın eli ayağı oluyor.
Tabii bu alışkanlık Los Angeles ahalisinde “bakkala da arabamla gideyim” durumunu yaratmış, dolayısıyla trafiği pek meşhur. Otomobil denizinin içindesiniz fakat, tek bir korna sesi duymuyorsunuz. Herkesin kurallara uymasına ve bir robot gibi otomobil kullanmasına gıpta etmemek elde değil. Trafik var-kaos yok. İstanbul’a dönünce orada kazandığım alışkanlıklarıma devam edeyim dedim ama takip mesafesi bırakmaya kalktığımda araya doluşan arabaları ve arkamdan selektör yapıp kornaya abananları görünce vazgeçtim.
Acıklı bir cadde: Hollywood Bulvarı
Hollywood şaşaası dediğimiz hadise şehrin kendisinden ziyade ekranda daha fazla var esasında, bunun bir nevi pazarlama yöntemi olduğunu, gerçek Hollywood’u görünce iyice anlıyorsunuz. Oscar gecesi ya da prömiyer/davet gibi etkinliklerin dışında bir “ışıltı” olduğunu söylemek bizim Nişantaşı’na haksızlık olur.
Hiçbir şey değişmiyor... Misal, uzaylılar dünyamızı istila etmiyor, Gülben Ergen ile Sibel Can barışmıyor, bağlaç olan de bir türlü ayrı yazılmıyor...
Her şey ama her şey 1 Ocak’ta da aynen devam ediyor, niyedir bu heyecan.
Herhalde artık rutinlerden hoşlanıyoruz. Yoksa niye her sene düzenli olarak çam ağacı kurup, yılbaşı gecesi kırmızı don giyip, piyango bileti alıp, gece dışarı çıkıp (ve sonra pişman olup) çirkin bir pazar gününe benzeyen 1 Ocak’tan değişik bir şeyler bekleyelim, değil mi efendim.
Valla ben dünya olsam, sırf bu kadar çok insan “seneye görüşürüz” esprisi yaptı diye ademoğluna isyan eder, 1 Ocak’ta bir, kendi etrafımda dönüşümü 12-13 saatte filan tamamlardım.
Bakınız bugün ayın 10’u.
Eğer yeterince “Eee, yılbaşında ne yapacaksın” sorusu soruldu ve “Seneye görüşürüz” esprisi yapıldıysa, müsaadenizle bugün sizlere alternatif bir yılbaşı planından bahsetmek istiyorum.
Malum, her sene “ne yapsak, evde mi kalsak, sokağa mı çıksak, bir mekana mı gitsek” der, dururuz.
İçimiz dışımız “Az ödeyelim de aman işimiz görülsün”cülerle, göz göre göre dünyada bilinen, yapılmış, tutmuş işleri “biz yaptık” diye yedirenlerle, başkasının malını sahiplenenlerle dolmuş, isyan ediyorum. Elimi nereye atsam çürük çıkıyor yahu!
Şu “kopya” meselesine gelmeden önce “ucuzcuları” biraz eşelemek istiyorum. Mesela çok sevdiğim bir yazarın kitabını alıyorum, büyük bir hevesle. Kitap güzel ama çevirisi öyle berbat ki, okuyamıyorum.
Yayınevi deneyimli bir çevirmene fazla para vermek yerine, tasarruf etmek için işi çok daha ucuza yaptırmayı tercih etmiş çünkü... Çevirinin lezzetsiz, belirgin hatalarla dolu olmasını umursamamış.
Sonuç: Ucuza getirilmiş, yayınevinin prestijini yerle bir edecek kadar kötü bir çeviri ve çöpe atılmış onca emek... Ne o? “Tasarruf ettik ama...”
Tasarruf güzel şey ama bazı konularda kaliteyi, işin niteliğini harcanan paradan önde tutmak gerekiyor sanki.
Biz tasarruf meselesini kökten yanlış anladık zaten, ben buna eminim.
O kadar yanlış anladık ki, az para harcamak için, emeğin gerçek karşılığını ödemeyi “enayilik” saydık... Çalıp çırpmayı, tasarruf etmenin bir yolu sandık... Başarıya giden kestirme yol olarak “çakallığı” kafamıza yazdık...
Gazete ve dergilerden fırlayan kataloglar, sokaklardaki reklamlar, billboard’lar yılbaşı geliyor diye iyice delirmiş AVM’ler ve dükkanlar... İhtiyacımız yoksa bile her gördüğümüzü aldırtmadan rahatlamayacaklar.
Şu yılbaşı bir geçse de kurtulsak. Ciddiyim, “Yılbaşı alışveriş seçenekleri” görmekten kusacağım. Almıyorum arkadaş hediye mediye. Al-mı-yo-rum. Bu sene küçüklüğümde yaptığım gibi evimizin kütüphanesindeki kitapları bir güzel paketleyip yine aile fertlerine hediye edeceğim. Gerçek geri dönüşüm dediğin budur işte. Hem cep dostu hem de kültürel bir faaliyet olur işte, ne güzel. Üstelik ne demişler, iyi kitapları farklı yaşlarda tekrar tekrar okumalı...
Bilmiyorum farkında mısınız ama kredi kartlarının iyice kölesi olduk.
Ay başı dediğin artık “şu borcu biraz hafifleteyim de yeni alışverişlere yelken açayım” anlamına geliyor. Artık kimse “bir şeye ihtiyacım yok, alışveriş yapmayayım” diyemiyor.
Moralin bozuldu, iyileşmek için alışveriş yap, mutlu oldun, bu defa kutlamak için alışveriş yap... Durmadan alışveriş yap. Aman biriktirme harca. Yarın öbür gün satın aldığını bile unutacağın birtakım ürünlerle “almazsam ölürüm” diye aşk yaşa...
Çok rica ediyorum, kredi kartı borcu bulunmayan, maaşından fazla harcamayan, alışveriş çılgınlığına tav olmayan, bir vakitler anne ve babalarımızın yaptığı gibi bir harcayıp üç kenara koyan bir Habitus okuru varsa eğer, bana mail atsın. Kendisini numune insan ilan edeceğim, tüyolar isteyeceğim. Hepimiz faydalanırız.
Borçlarınızın farkında mısınız?
İstanbul’da yaşıyor ve otomobilinizi park etmek için sokakları sıklıkla kullanıyorsanız kırmızı alarm veriyorum sevgili borç yaptığından haberi olmayan Habitus okuru.