Bu kadar çok erkeğin aynı anda sakal bırakmasını “kollektif bilinç” teorisi ile açıklamak istiyorum müsaade ederseniz. Zira durmadan çoğalan pis sakallı erkek nüfusuna bakan cillop tıraşlı nüfus, bilinçaltında pis sakallı olmanın ne kadar müthiş bir his olduğunu düşünüyor ve sonunda kendini sakal uzatırken buluyor olmalı.
Hayır söz konusu kadınlar olsa başka türlü düşüneceğim, dizi modasıdır filan diyeceğim ama erkeklerde öyle bir durum da yok ki. “Hürrem saçı”, “Sıla tokası”, “Bihter kolyesi” gibi konuların karşılığı bulunmuyor, erkeklerin bir “Kanuni sakalı” gündemi olduğunu pek zannetmiyorum.
Erkekler eninde sonunda kah dış baskılara dayanamayarak, kah “biraz toparlanayım, ilk insana döndüm” hisleriyle tıraş oluyorlar tabii.
İşte... İşte ben bu hüzünlü günü düşünmeden edemiyorum sevgili sakal sevip sevmediğine karar veremeyen Habitus okuru.
- Klişe yeni yıl konuşmalarından: Aslında konuşmaları demeyeyim, çoğul eki kullanmayayım, çünkü ortada bir tane konuşma var. Efendim, şimdi ünlülerimize yeni yıldan beklentileri olup olmadığını soruluyor. “Bir mesajınız var mı” diyorlar. Hepsi ama hepsi istisnasız aynı yanıtı veriyor: “Barış istiyorum, en iyi dileklerimi sunuyorum, tüm güzellikler sizlerle olsun”
Tamam, hepimiz barış isteriz ve o süsleme cümlelerini de ezbere biliyoruz, fakat aklının ucundan dünya barışının geçmediği bir anda, sırf birileri seni “halkın iyilik timsali” görsün diye 4 yaşının 23 Nisan’ında öğrendiğin kalıp cümleye niçin sarılıyorsun arkadaşım.
Yapma şimdi sevgili ünlü. Gerçekten yeni yıldan tek beklentin bu mu yoksa insanların senden duymayı beklediği cevabı mı veriyorsun? Çok rica ediyorum birbirimizi kandırmayalım.
Desene şöyle, dizilerimin iptal edilmemesini isterim... Ne bileyim, şarkımın çok satmasını isterim... Nişantaşı’nda “yakalanmak” isterim...
İzleyicilerin sevgisine dair de, “Beni daha çok izleyin, beğenin ve sevin isterim? Bu onayı sizden almak için çırpındığım yetti. Dileklerim bunlar!” diyebilsen, vallahi seni daha çok seveceğim...
- Yüzüne sahte gülümseme oturtmuş tüm ünlülerden: Önce diyorsun, aman ne sempatik kız. Her daim yüzü gülüyor... Fakat sonra bir bakıyorsun ki kadın marketten “Bir Selpak alayım” derken de aynıııı, biri onu sabırlarını zorlayarak kızdırdığında da aynııı, dümdüz oturur ve hiçbir şey yapmazken de aynı. Kadın sürekli gülüyor! Yüzündeki 32 diş ifadesi bir türlü değişmiyor!
Böyle olanların, eve gittiklerinde ya da kimseler bakmadıklarında ölesiye surat asarak günün her saati gülümseyen yüzlerini dinlendirdiklerinden şüpheleniyorum...
2012 böyle olsun...
Cumartesi günü New York Times’da yayınlanan Türkiye tanıtım posterinin bir benzerini bizim gazetelere bassak, herhalde “Hıristiyanlaştırmaya çalışıyorlar”, “Milli değerlerimize hakaret”, “Batı’nın oyunları bunlar” gibi saçmalıklar duyacağız.
Ya da Türkiye’nin tarihini Osmanlı’dan başlatan anlayışa kurban gidecek, “Bu bizim kültürümüze ait değil” diyenlerle uğraşacağız.
Cumartesi gecesi, posterin yaratıcısı Emrah Yücel’den e-posta alır almaz, posterin bulunduğu gazete sayfasının görüntüsünü Twitter’da paylaştım.
Aldığım kimi yorumlar hakikaten manidardı. “Bunun Türkiye ile ne ilgisi var?” diyenler mi dersiniz, “Türkiye ile Noel’i nasıl bağdaştırmışlar?” gibi omuzlarımı düşüren, var olan tüm hayat enerjimi alıp götüren sorular mı dersiniz...
Kalan son gücümle “Noel Baba, aslında, 4. Yüzyıl’da, Antalya-Demre’de yaşamış St. Nicholas adında bir piskopos olarak bilinir, posterde de seneye Noel Baba’yı ziyarete gelin yazıyor” açıklamasını yapmak durumunda kaldım.
Bırakın dünya tarihini, kendi topraklarımızın tarihinden haberimiz yok.
Hiçbir şey bilmeyip, üstüne “değerlerimiz de değerlerimiz” diye efelenmek de işin en anlaşılmaz tarafı...
Eskiden şikayet hatlarını arayıp saç baş yolan, derdini aktaracak doğru insanı bulana kadar akla karayı seçen müşteri, artık memnuniyetini de, şikayetini de sosyal medya aracılığıyla dile getiriyor.
Kullanıcılar, deneyimlerini internette, Facebook, Twitter gibi popüler paylaşım sitelerinde veya forumlarda paylaşıyorlar. Dolayısıyla eskiden hayli yavaş işleyen “şikayet-geri dönüş” sistemi kökten değişmiş durumda.
Birçok marka, kötü şöhreti engelleme, marka değerini koruma ve müşteriyi memnun etme adına stratejilerini değiştirdi, sosyal medyanın “10 kaplan gücünde” olduğunun farkındalar artık.
(Kısa bir süre önce yurtdışında problem yaşadığım için sinir içinde, ne yapacağımı bilmez bir halde Twitter’a bankanın adının geçtiği bir cümle yazdım. Bankanın bana telefon etmesi sadece yarım saat sürdü. Düşünün, müşteri hizmetlerini aramaya kalksam, telefonu duvara fırlatmakla ve sinir krizi geçirmekle sonuçlanacak bir süreç olurdu bu...)
Twitter’dan arıza bildirimi alan TTNet’i ele alalım mesela. Telefonla müşteri hizmetlerini aramak yerine Twitter’daki Direct Message özelliği ile telefonunuzu ve isminizi bildirdiğinizde, kısa bir süre içine geri dönüyor ve probleminizi çözüyorlar.
Telefonla ulaştığınız müşteri hizmetlerine nazaran ışık hızıyla çalıştıklarını söylemek mümkün. Tabii bu hizmeti daha ziyade akıllı telefon sahipleri kullanabiliyor, zira evde internet kesikken Twitter’dan arıza bildirimi yapmaya olanak yok...
Örnekler çok... Facebook’ta sayfası bulunan, Twitter’da hesabı olan birçok marka, rakiplerinin fersah fersah önüne geçiyor...
Bu siteyi not edin
Son 30 yılda hayatımıza giren ve vücudun tanışık olmadığı kimyasalların tümünden kaçınmak olanaksız.
Soluduğumuz havayı, yaşadığımız ortamı değiştiremeyeceğimize göre, elimizdekilerle ve halihazırda içine bulunduğumuz koşullarla ne yapabiliriz, ona bakmak lazım.
Yediğimiz-içtiğimiz ürünlerin içeriğine, kendimiz ekip biçmedikçe, kendimiz üretmedikçe tam olarak hakim olmamıza imkan yok.
Yani marketten aldığımız sebzenin hangi koşullarla yetiştirildiğini, ambalajlı ürünlerin tam olarak vücudumuzda nasıl kalıntılar bıraktığını bilmemiz mümkün değil.
Geriye, sadece beslenme konusunda mümkün olabildiğince doğal olana yönelmek ve daha da önemlisi hayatı nasıl yaşadığımıza odaklanmak kalıyor...
Stresli, sıkıntılı, bol alkollü ve sigaralı bir hayatın kanserin birçok türüyle olan bağlantısı çoktan kanıtlandı.
Aslına bakarsanız bir başka deyişle “Yerleşeceksin bir güney kasabasına, kendi sebzeni yetiştireceksin” arzusunun, bedenin “Yetti canıma bu stresli, gürültülü, toksik hayat” isyanından ortaya çıktığı ispatlandı.
Magazin dünyasını alevlendiren konunun fitili Twitter’da ateşlendi. İlk yorum, -muhtemelen bir tweet ile “magazin atışması”nın başrolüne oturacağını tahmin etmeyen- Şirin Ediger Bayülgen’den geldi. Tuba Ünsal ve Tamer Karadağlı, Bayülgen’e yanıt veren isimlerdendi.
Şimdi kimin ne söylediğini, kimin kime cevap verdiğini ve konunun çıkış noktasını bir kenara bırakalım ve tatlı su milliyetçiliğine de girmeden konuyu özetleyelim.
İmkanı olan ailelerin bir kısmı, çocuğunu koşa koşa Amerika’da doğuruyor, bunu daha önce de biliyorduk, yeni bir bilgi değil.
Sebebi, otomatik olarak kazanılacak Amerikan vatandaşlığı ile çocuğun hayatında birtakım avantajlara sahip olmasını sağlamak.
Kimi anne-babalar, uzun vadede Türkiye’nin koşullarının kendilerine ihtiyaç duydukları “garantili yaşam”ı sağlayamayacağını düşündükleri için yapıyor bunu. Onlar için doğrusu bu.
Bunun bir adım ötesi; işin esas sinir bozucu olan kısmı: Her nasıl yurtdışında ortalama-vasat bir üniversiteden mezun genç, ülkesine döndüğünde potansiyel işverende ve tanıdıklar arasında heyecan fırtınası estiriyorsa, doğum konusunda da aynı durum geçerli.
İşin içine bir “yurtdışı” lafı, hele ki Amerika girdi mi, kimi çevrelerde “hayranlık” adeta bir refleks halini almış durumda.
Sevdiklerimiz yücelmeli, sevmediklerimiz, nefret ettiklerimiz ise yok olmalı, ölmeli, gözümüzden uzak bir yerlere gitmeli...
Sokakta, internette, imkan bulduğumuz anda kusuyoruz nefretimizi. Bunu en “ben hiç öyle bir insan değilimdir” diyen adam bile yapıyor. İçimize, ruhumuza işlemiş sanki. Sözlüklere bakmak bile yeter bunu görmek için.
“Önyargılarımız/sevdiklerimiz/beğendiklerimiz/nefret ettiklerimiz/iğrendiklerimiz ve hayat” konusunda gözden kaçırdığımız bir nokta var: Başkalarıyla ilgili düşüncelerimiz ve hislerimiz, onların hayatlarını nasıl yaşayacağı konusunda belirleyici faktör olamaz.
Siz “o pozisyonda çalışmasın”, “şarkı söylemesin, gebersin”, “yaptığı işi bıraksın, çünkü berbat”, “çok çirkin, çok şişman, iğrenç”, “hiç sevmiyorum, o yüzden bence yok olmalı” dedikçe hedeflediğiniz şahıslar için hayatın esas akışı değişmiyor. İnsanlar yine yaşamaya, halihazırda yaptıkları işleri yapmaya devam ediyor.
Sadece nefretin hedefindekilerde asap bozukluğu ve kalp kırıklığı yaratıyorsunuz. İğrenç bir enerji yayıyorsunuz.
Bu hoşunuza mı gidiyor?
Siz birilerinden nefret ediyorsunuz diye o insanlar bir yere gitmeyecek, mesleklerinden vazgeçmeyecekler...
Şahit olduklarımız, duyduklarımız, anlatılan hikayeler bir değil, 10 değil.
Ayarı kaçmış bir “damsız mekana alınmama” furyası ile karşı karşıyayız sevgili erkek erkeğe çıktığında ağzının tadı kaçan Habitus okuru.
Üstelik bu ayrımcılık sadece “bizim adamlara” değil. Yabancılar da aynı “kapı süzgeci”ne takılıyor.
Bakınız Kelebek okuru Cemal Sarıcı, geçenlerde bir forumda İstanbul’a yeni taşınan ve gece gidebileceği bir “yabancı barı” arayan bir “yabancı”ya rastlamış...
Bu kişi, yaşadığı deneyimlere dayanarak, İstanbul’daki çoğu bar/kulübe bir yabancı olarak yalnız veya erkek arkadaşlarıyla girmenin imkansız olduğundan dert yanıyor.
Yoldan geçen kızlara “Beraber girelim mi?” demeyi de pek nazik bulmuyor, haliyle müşterilerinin genellikle yabancılar olduğu ve tek başına/erkek erkeğe gitmenin sıkıntı yaratmayacağı bir mekan soruyor insanlara...
Cemal Sarıcı, “Sırf yabancılar değil, biz de giremiyoruz, gece çıkalım dediğimiz zaman ‘ya giremezsek’ tedirginliği oluyor hep. Gece hayatından beni soğutan en önemli etkendir bu” yanıtını veriyor bu kişiye.