Artık herhalde ne iş yaptığını söylememe, kendini şakayla karışık (ya da son derece ciddi) “Dünyadaki en arzu edilen ve seksi ressam” diye tanıtmasını hatırlatmama gerek yok.
O malum yakalanma (ve dolayısıyla Türk medyasında belirme) gününden beri defalarca magazin gündemine “bomba” açıklamaları ile düştü.
Nefes almaksızın ilişkilerini anlattığı (ya da anlatıyor gibi göründüğü) için “Orhan Pamuk üzerinden prim yapmaya çalışan kadın” olarak yaftalandı.
İşin açıkçası, seksi ressamımız, bünyede “Melek mi, yoksa şeytan mı?” şüphesi yaratanlardan. İnsanı adeta bir histen diğer ruh haline savuruyor. Birçok insanı savurduğu gibi, beni de...
Önce bir Azra Akın, bir Polyanna pozitifliği ile şöyle düşünceler geçiyor kafamda: Acaba “Orhan Pamuk’la ilgili durmadan konuşan sevgili” haline yanlışlıkla mı düştü?
Acaba bu durum, medyanın, gündeme düşen konuları nasıl kullandığını bilmemesinden mi kaynak-lanıyor?
Önce kalbinizden dışarı doğru bir sıcak dalga yayılıyor, değil mi?
Tam olarak bilimsel açıklaması bu değil tabii, gelin işin teknik kısmına girmeden “hissiyat” tarifinden devam edelim...
Bu sıcak dalga bünyede bir isyan dalgasına dönüşüyor. Avaz avaz bağırmak, yanlış olanı düzeltmek, doğruyu haykırmak istiyorsunuz.
Adaletsizlik, doğrudan kontrol edemediğiniz bir durum ise, çaresiz bir kabullenişlikle oturduğunuz yerde kalıyorsunuz. “Ne yapsak boş” hisleri göğsünüzü sıkıştırıyor. Denizin ortasında bir gemide gibi hissediyorsunuz. Henüz kara görünmüyor. Kara görünecek mi, o bile bilinmiyor.
Peki neden böyle hissediyorsunuz, hiç düşündünüz mü?
Ben size söyleyeyim. Çünkü insan beyni, adaletsizlik ve belirsizliğe, açlık ve susuzluk gibi fiziksel arazlardan daha çok tepki verir ve daha az dayanıklıdır.
İşte tam da bu yüzden, hayatınızı etkileyecek “eli kulağında” bir iş olduğu zaman tüm bünyeniz altüst olur. Haber beklerken tüm dikkatiniz, düşünceleriniz darmadağın hale gelir.
Malum, kadınların saç ve saç sağlığıyla olan ilişkisi, genellikle “fısıltı gazetesi” kaynaklıdır. Bir arkadaşımız Brezilya fönü yaptırmıştır mesela, derhal bunun çok faydalı ve süper sağlıklı bir işlem olduğuna inanırız, kuaföre koşarız. İçeriğini sormayız bile.
“İyi hissedelim” diye saçlarımızın rengini, boyunu, şeklini değiştirip durur, keçeye dönünce de eski haline döndürmeye çabalarız. Saçlarımızla o kadar uğraşırız ki, Erol Köse bile Hadise ile bu kadar uğraşmamıştır. En önemlisi de; saç bakımıyla ilgili bildiklerimiz, kuaförün söyledikleri ile arkadaş tavsiyesinden öteye gitmez.
Ben de bu duruma isyan ediyor, artık “saç bilgisi” konusunda kulaktan dolma bilgilere, doğru bildiğimiz yanlışlara bir son vermek istiyorum sevgili ruh hali değiştikçe saçlarıyla oynayan Habitus okuru.
Dove Saç Kategorisi Global Teknik Marka Yöneticisi Katya Ivanova, markanın yeni besleyici bakım serisini anlatmak için İstanbul’daydı. Fırsat bu fırsat dedim, saçlarla ilgili en çok merak ettiklerimizi sordum...
- Türkiye’de birçok kadın saçının rengini açıyor, bunun için hidrojen peroksit, yani açıcı içeren boyalar kullanmak durumunda kalıyorlar. Tekrarlı olarak açıcı kullanmak saça çok mu zarar veriyor?- Kimyasal ürünlerle saçın renginin açılma süreci saç için bir tehdittir. Saç renklerini açacaklarsa, belki aynı sonucu alamayacaklardır ama organik ürünleri tercih etmeliler. Saçın içeriğinde yer alan melanin, saçın sağlıklı uzaması ve nem dengesini koruması için elzemdir. Ve hidrojen peroksit, saçın içerisindeki melanini uzun vadede yok eder.
- Saçımızı her ay kestirmeli miyiz? Saçı her ay kestirince hiç uzamıyor...- Bu, saçın sağlıklı olup olmadığına, uzunluğuna ve yapısına göre değişir. Uzun ve boyalı saçlar için ideali, altı haftada bir uçlardan kırıkları aldırmaktır.
- Fön çekmek zararlı mı?
Tabii ikinci grup da göz ucuyla bir biçimde izliyor ve meselelere hakim, onu da biliyoruz. Bilhassa “Yok Böyle Dans”, “Muhteşem Yüzyıl”, “Behzat Ç.” gibi yapımların ekranda olduğu geceler, Twitter’da yorum yapmayana rastlamak hayli zor.
Bugün müsaadenizle belgesel izleyenleri yavaş çekimde leoparın geyiği kaba etinden yakalayıp ısırması sahnesi ile baş başa bırakıp “Yok Böyle Dans”ı çekiştireceğim. Evet, bunu yapacağım:
- Yarışmada iyi görüntü vermenin sırrını açıklıyorum: Çarliston zamanlarının kıyafetlerini anımsatan püsküllü elbiseler. Dans yarışmalarında, kalça hareketinin etkisini bine çıkaran püsküllü elbise candır. Yalnız püsküllü tulum hayli çirkin duruyor, bilmem bunu giyenler farkında mı?
- Burcu Esmersoy’u izlemek bana sorarsanız her zaman güzel, fakat neredeyse her cümlesini “diyoruz” kelimesiyle bitirmesine takılmamak mümkün değil. Hayır, zaten diyeceğini diyorsun arkadaşım, niçin cümleni bitirirken halihazırda yapmakta olduğun eylemi kelimeye döküyorsun, diyoruz sayın seyirciler diye de cümlemi bitireyim bari.
- Özge Ulusoy’un hem kendisi, hem dansı şahane, ona övgüden başka bir şey yazamam ama bir kızımıza yazık oluyor arada: Almeda. Doğuştan yetenekli bu kızımızın son ikilere kalması, acemilikle itham edilmesi beni derinden yaralıyor sevgili doğuştan dansçı Habitus okuru. Acemi görünenleri kimi zaman öve öve bitiremeyen jüri, Almeda kızımızı niçin zarrr zor övmektedir, sorarım size.
- Sevgili Tan Sağtürk. Biliyorum, biz seni hep o dağınık stil saçlarla tanıdık ve sevdik ama... Yalvarıyorum...
Çok rica ediyorum... Bir defa... Sadece bir defa... Saçlarını tara. Yoksa stüdyoya sinsice sızacak; hemen arkandaki seyircilerden birini bayıltıp onun yerine oturacak ve bunu kendim yapacağım. Sevgilerimle.
“Sonuçta bu bi’ yarışma”
Anlıyorum, erkekler için Victoria’s Secret şovu bir eğlence, bir göz bayramı, bir mutluluk kaynağı olabilir ama hiç şüphe yok ki, kadınlar için büyük bir sınav.
Bakın söylüyorum, her kim ki bu şovu baştan sona, kesinlikle kıskanmadan, hınçlanmadan, sevgilisine manalı bakışlar fırlatmadan izleyebilecek, işte o kadın şu hayatta muvaffak olacaktır.
Bu defa dedim, Melike, evet, bunu yapabilirsin.
Bu yılbaşı, Victoria’s Secret şovu kıskanmadan, titremeden, sakince izleyebilirsin. Sen de muvaffak olabilirsin!
Vakit geldi,
Cnbc-e açıldı, şov başladı.
Ev ahalisi, saniyenin milyonda biri diyebileceğim bir sürede ekrana kilitlendi.
Öncelikle, ben bu “ertesi günü zaten normalde tatil olan” cumartesiye denk gelmiş yılbaşı gününü kınıyorum. Hafta içi olmayan bir yılbaşına ben yılbaşı demem arkadaş.
Şöyle pazar ya da pazartesi gecesi olaydı ya, neşemizi bulurduk. Hem pazartesi sendromumuz da olmazdı. Neyse artık Mayaların dediği gibi dünyanın sonu gelmezse önümüzdeki senelere bakacağız artık...
Yılbaşlarında kendi zaman tünelimde geri gitmek hep güzel gelir bana. Çünkü yürüdüğüm yolu, ne kadar büyüdüğümü, neleri deneyimlediğimi, nelerin değiştiğini görürüm.
Şimdi geriye bakınca görüyorum ki, 30’a doğru gelirken, giderek mutsuzlaşmışım. 20’lerin sonlarına doğru yaşlanmaktan korkmaya başlamışım, sanki 30’dan sonra hayat
bitecekmiş gibi...
Hep böyle değil midir zaten hikaye?
Hayatının her alanında zamanının daraldığını düşünürsün. Kariyerin için endişelenirsin, çocuk yapma zamanı geçiyor diye endişelenirsin... Bir anda sanki ölümcül bir hastalığa yakalanmış ve zamanın gitgide azalıyor gibi davranırsın, ne yapsan, ne yaşasan kârmış gibi...
Ortaya çıkan dudaklarını, adeta bir aydede gibi parlayan suratlarını ve bu halin, hem onlarda, hem de bizde yarattığı yabancılaşmadan bahsettik.
Gelelim kadınlara...
Kadınlarda durum tam aksi tabii. Yok ki arkadaş, biz de şöyle rahat rahat erkeklerin pis sakal bırakma rahatlığında dolaşalım. İlla yolunacaksın. Yolunmadığın bir gün, -misal kaşlarda bir pis sakal efekti var diyelim-, bir kendine güven düşmesi, bir mutsuzluk, bir sinirlilik hali... İki elin kanda olsa bile “bugün yapılacaklar” listesine üç numaradan girer kuaför ziyareti.
Eğer karanlık, depresif bir güne uyanmışsan, kuaföre gideceğini düşünmek, tünelin ucundaki ışık gibidir. Birtakım tüysü oluşumların sebep olduğu ruh hali yüzünden, hayat üstüne üstüne gelmektedir... Depresyona girdi gireceksindir...