Hayır şimdi Megan Fox gelip sevgili ve kocalarımızı Los Angeles’a götürüp harem kuracak değil ama zaten kadın ve erkek arasındaki meselenin esas sebebi Megan Fox değil.
Bakınız efendim, bir tür erkek modeli var: Televizyonda, sokakta, sinemada, gazetede-dergide bir güzellikle karşılaşmayagörsün.
28 adet övgü ve hayranlık cümlesini art arda dizmezse, saçından kalçasına, memesinden ayağına o güzelliğin nasıl da inanılmaz olduğunu anlatmazsa rahat etmez.
Hayır bunu “erkek muhabbeti” içinde yapsa tamam ama kız arkadaşının yanında yapıyor yahu. Sonra “Sevgilim Megan Fox’u kıskandı” oluyor.
Be yavrucuğum, konumuz Megan Fox değil ki.
Şu anda konuştuğumuz, senin “model ölçülerindeki güzel kadın” gördüğünde düzdüğün methiyeler sanki?
Ayrıca Megan Fox’la beraber olacak değilsin. Onu kendine aşık edecek değilsin. Kız arkadaşın yanındayken niçin yatırımını Megan Fox’a yapıyorsun?
İki ay önce, “Aşkın 8 Kusuru” kitabı ve Marie Claire dergisi yazarı Arzum Uzun, “Melike, aklımda bir çekim fikri var, seni de Hollywood’un efsane sarışınlarından birinin kılığına sokacağım” dedi.
Görmezden gelmek. Yokmuş gibi davranmak. Söylediklerini dikkate almamak. “Sen o kadar değersizsin ki, varlığını hissetmiyorum, sesini duymuyorum” demek...
“Strateji savaşları”nın en büyük silahıdır görmezden geldiğini hissetttirmek: “Seni dinlediğimi sanıyorsun ama az sonra seni kaale almadığımı, cümlenin ortasında kafamı çevirip başkasıyla konuşmaya başladığımda anlayacaksın...”
Görmezden gelmenin, ikili ve çoklu iletişimde böyle bir ödevi olmakla beraber, günlük hayatta bir “hayatta kalma yöntemi” olarak da karşımıza çıkar.
Hayat koşullarına tahammül edebilmek için ihtiyaç duyduğumuz en kuvvetli duygu da görmezden gelmek olur çoğu zaman... Bir düşünün: Adaletsizlikle karşı karşıya geldiğinizde, elinizdekini kaybetmemek, halihazırdaki yaşam koşullarınızı bozmamak adına, ne yapıyorsunuz? Başınıza geleni görmezden geliyorsunuz. Mesela iki çocuğunuz var, onların eğitimi tam olsun diye çalışıyor, neredeyse tüm gelirinizi onlar için kullanıyorsunuz diyelim.
Bir yandan üç kuruş birikim yapmaya çalışıyorsunuz, öte yandan ödemeniz gereken kiranız, faturalarınız bulunmakta. “Yarını düşünmeme” lüksünüz yok.
İşyerinde göz göre göre bir haksızlıkla, farklı bir muameleyle karşılaştığınızda, derhal istifanızı verip çıkıp gidiyor musunuz? Gidemiyorsunuz. Olanları sineye çekiyor, görmezden geliyorsunuz.
Çünkü maaşınız, sizin yaşam kaynağınız. Görmezden gelmek ise, hayata devam edebilmek için sarıldığınız en büyük yardımcınız. Omuzlarınızın daha da çökmemesi için, geleceğinizin birilerinin iki dudağının arasında olduğunu düşünmemeye çalışırsınız. Eski dost “görmezden gelme”ye sarılırsınız.
RTÜK, “Aman Allahım meme! Temas! Seks! Alarm!!” çalışmalarına devam ediyor, onları kendi tuhaf gündemleriyle baş başa bırakıp şu “kar” meselesine dönmek istiyorum. RTÜK’le ilgili konulara delirmeye daha sonra nasılsa devam edeceğiz, nasılsa “eylemlerine” devam edecekler...
Evvelki gün bir gram kar yağdı, insanlar yollarda sefil oldu. Hoş, sefil olmak için bir gram kar yağmasına gerek yok, bir gram yağmur, bir gram güneş, güzel bir pazar günü ya da herhangi bir mesai saati bitimi de aşağı yukarı aynı sefilliği yaşatıyor herkese.
Hani bizim deprem vergileriyle yollar yapılmıştı ya. İşte, biz bu karda yolun fiziksel olarak yapmanın “yol yapmakla” alakası olmadığını öğrendik. Biz öğrendik ama yolları yapanlar öğrendi mi, işte onu hiç sanmıyorum.
Çok ama çok yanlış anladığımız bir konu var: Görüntü tamamsa, iş tamamdır! Binalar, yollar, kayak pistleri, her şey ama her şey görüntüde mükemmellik koşullarını sağlıyorsa, daha ötesini düşünmek lüzumsuzdur. Ne yazık ki, sıkıntılı günlerde daha iyi anlıyoruz ki, hayatlarımız “görüntüde iyi iş yapanlar”a emanet.
Coğrafya ve iklim bilgimizi ennnn baştan alalım madem, madem yol yapanlar bunun farkında değil: İstanbul Sahra Çölü üzerinde değil. Yani sık sık yağış alan bir şehir. Peki yeni yapılan yolları oluksuz, eğimsiz yapmak ve her yağmurda otobanlarda göl ortamları yaratmak hangi aklın ürünüdür?
Saç baş yolduran mevzular
İşte, milli kayakçımız Aslı Nemutlu’yu öldüren tahta paravanları o nefis piste yerleştiren de aynı zihniyet. Görüntü tamamsa, tamamdır. Yaşamsal koşullar yerine getirilmese de olur. Sonra bir sıkıntı olduğunda üzülür, geçeriz, alıştık nasılsa değil mi?
İşaretler gösteriyor ki, bundan sonra dizilerde, filmlerde ve yarışma programlarında yer alacak dans sahneleri de “cezaya davet” niteliği taşıyacak.
Zira söz konusu “çiftli dans” olduğunda, temas bulunmayanını, cinsellik çağrıştırmayanını bulmak zor.
Bakın ne hatırladım: Ben ilkokuldayken “Lambada klibinde erkeklerle lambada yapan kızlar hamile kalmış” derlerdi. Tabii bunu söyleyen yetişkin insanlar değil, ilkokul çocuklarıydı.
Düşünüyorum da, biz küçükken lambada izledik, “ayıplı” filmlere baktık, gün içinde ailemizle öpüşme-sevişme sahnesine denk geldik... Şükür ölmedik. Korkunç travmalara sahip olmadık, cinsellikle ilgili kafayı bozmadık...
Aslında RTÜK’ün televizyonlar üzerinde bu kadar baskı kurması, 20 sene öncesinin “gizlice kırmızı noktalı program izlerken ailesine yakalanan gencin çaresizliği” ya da “ailesiyle birlikte sevişme sahnesine denk gelen gencin dramı” gibi durumların oluşmasını engelliyor ve böylece sonnnn derece sağlıklı, cinsellik konusunda dertsiz bir nesil yetişiyor.
Ergenler ve çocuklar sana çok şey borçlu, teşekkürler RTÜK!
Kadın bedeni üzerinden “ayıp”
Şaka bir yana, RTÜK “kadın bedeni üzerinden ayıp kültürü”nün televizyon ayağı neredeyse. Tek sıkıntı “televizyondan cinselliği yok etmek” değil bu kültürde.
Ha, yok, “Ben birbirlerine mel mel bakan insanların olduğu diziler izlemek istiyorum” diyorsan, ben onu bilmem.
- Pan Am: “Bu aralar saracak dizi bulamıyorum” diyorsanız, sizi 60’ların “jet çağı”na davet ediyorum. Ne var bu dizide? Uçmanın bir lüks; yabancı ülkeleri görmenin birçok Amerikalı için hayal olduğu bir dönemde özgürlüklerini ellerine almış bir grup Pan Am hostesinin yaşamına tanık oluyorsunuz. O dönemin gündemi belirleyen olaylarıyla soslanmış dizi, hakikaten bağımlılık yaratıyor. Dizi, salı akşamları DiziMaxMore’da.
- New Girl: “Azıcık güleyim” diyorsanız, Zooey Deschanel’in yeni dizisi New Girl’ü izleyin. İlk bölümü FoxLife’ta bu hafta yayınlandı. “Üç genç adamın yanına taşınan bir deli kızın hikayesi” diye özetleyeyim. Pek eğlenceli, pek komik bir dizi bu, hararetle tavsiye ediyorum. Perşembe akşamları ekran başında olunuz.
- Yumurcak TV: Şimdi “Haydaaa, çıldırdın mı Habitus?” diyeceksiniz ama eminim bu habere sevinen olacaktır: Efendim, saat gece 12 oldu mu, Yumurcak TV’yi açıyor, ekranın karşısına kuruluyorsunuz. Eski Bugs Bunny’leri, Road Runner’ları, Tom&Jerry’leri arka arkaya izliyor, zevkten dört köşe oluyorsunuz. İnsan bu çizgi filmleri hatırladıkça yenilerinden bir kez daha soğuyor. Bu çizgi filmler bir jenerasyonun kulağını “iyi müzik”le tanıştıran, mizah duygusunu ilk aşılayan yapımlar. İzleyince bugunkü çoğu çizgi filmin tenekeliğini, renksizliğini, basitliğini görmemek elde değil.
Bu arada, bu çizgi filmler sansürlü. Evet, yanlış duymadınız, sansürlü. Arada bol bol “bip” duyuyorsunuz. Bugs Bunny, “Sersem” derken uzun bir bip duyuyorsunuz mesela... Diğer “bip”ler, hangi terbiyesiz ve ahlak bozucu kelimelerin üzerini perdeliyor, henüz çözebilmiş değilim. Çözünce paylaşacağım.
“İyice çıldırdık” diyor, sizlere iyi hafta sonları diliyorum.
Eurovision’da bile ayrımcılık: Bravo!
- Eurovision’a gidecek olan Can Bonomo’nun dinini niçin konuşuyoruz, bunu bilen var mı? Eurovision bir müzik yarışması değil mi?
Daha sonra program yapımcıları “Reklam arasında kendisi istedi” dese bile, bu olanın adı “kendi ricasıyla gitmek isteyen konuğu gönderdik” değil.
Öncelikle, eğer canlı yayında görmediyseniz, lütfen internetten izleyin.
Eminim, siz de benim gibi görüntüleri boğazınızda bir düğümle, gözleriniz dolarak izleyeceksiniz.
Görüntülerde, boşanmayla ilgili sorulara cevap vermeyen Erol Büyükburç, bu konuyla ilgili girilecek haberden önce Gülşen Yüksel’in “Herhalde siz haber okunurken burada olmak istemezsiniz” demesiyle yerinden kalkıyor, “Ne yapalım... Hayat..” sözleriyle canlı yayından ayrılıyor.
Yanlış anlaşılmaya mahal vermeyelim: Burada mesele “Erol Büyükburç çok haklı ve siz haksızsınız” değil. Belli ki bir kriz yaşanıyor programda.
Fakat ne olursa olsun, programdaki krizi, ekrandaki izleyiciye “konuk kovalanması anı” göstererek çözmek nerede görülmüş? Üstelik konuk “uçan adam” filan değil, Erol Büyükburç!
Ne yazık ki son senelerde Erol Büyükburç kimi mecralarda “dalga malzemesi” olarak ele alınıyor. Kimi zaman kendisi de bir bakıma buna müsaade ediyor gibi görünse de, buradan tekrar ve tekrar söylemiş olalım:
Herkesin Türkiye müzik piyasasına hakim olmasını beklemiyorum ama bari Can’ı Bakü’ye gönderecek olan TRT bilgi hatası yapmasın.
Can, esasında üniversitede illüstrasyon eğitimi almış bir müzisyen ama TRT Ana Haber’de konuk olduğunda spikerin “İllüzyonla uğraşıyormuşsunuz?” sorusuna maruz kaldı. TRT bile Can’ı “hobileri arasında sihirbazlık olan müzisyen” sanıyorsa vatandaş ne yapsın?
Bu arada, Bonomo’nun Eurovision’da şansı yüksek, çünkü tam da Avrupalı kulağı “can evinden vuracak” müzik yapıyor... En klişe tanımla “yerel öğeleri batı müziğiyle harmanlıyor.”
“Yerel öğeler-batılı müzik” konusunda ne olduğunu hatırlamak için 2004’teki birinciliğimiz Sertab Erener’in “Everyway that I can”ini ve 1997’de üçüncülük elde eden Şebnem Paker’in “Dinle”sini hatırlamak yeterli...
Bu akşam Hayal’deyiz!