- Kendisinin ya da çevresinin işini yıkamaya yağlamaya doyamazken, ilgileri bulunmayan ama çok başarılı bir işi karalayanlar, “olmamış” diyenler...
- Kendilerine gelen övgüleri, Tweet’lerine gelen “mention”ları, retweet ederek timeline’ımızı baştan aşağı alakamızın olmadığı konularla dolduranlar... (Neyse ki “retweet’leri gösterme” seçeneği var!)
- Normal koşullarda herhangi biri yazsa yorum yapmayacakken, “iş kapısı” olabilecek, ileride işine yarayabilecek kişiye yaranmak için bir Tweet’e “Ayyy, evett, kesinlikle katılıyorummm, süper harika bir tespit, yağ çekmekten ne diyeceğimi şaşırıyorum” hisli yanıt verenler...
- Twitter’ı bir SMS alanı gibi kullanmaya her zaman itirazım yok ama “Biz, böyle birkaç kişi, çok iyi arkadaşız ve bunu size göstermek istiyoruz” mesajlaşmaları var ya... Bari bu kadar belli etmeyin kardeşim. Anladık, arkadaşsınız ve bunu görmemizi istiyorsunuz.
- Mecburen, kimi zaman ayıp olmasın diye çok sevmedikleri insanları, eski sevgilileri takip edenler ve Twitter’ı sadece laf sokma mecrası olarak kullananlar... Sizlere “Bu kadar çok sevmiyorsan, git unfollow et bence” demek istiyorum. “Aşk... Aşk bir kurbağa gibidir. Bazen vrak der, bazen de bırak. Neresinden öpeceğini bilmek lazım” ya da “Arkadaşlarını iyi seçeceksin... Bir gün sırtından vurmak istediğinde ekmek bıçağı nerede diye sana sormasın...” gibi deli saçması “özlü söz” okumaktan hepimiz usandık.
- Dilbilgisi endişesi olmayanlar... Ben şimdi buraya “Merhaba sevgili Habitus okurları, sizdemi burdasınız, bende hergün burdayım” yazsam hoş mu olur. “Bre Habitus, de’leri, mi’leri ayır da gel” demez misiniz? “Vay senin öğrendiğin Türkçe’ye...” diye sinirlenmez misiniz? Bence sinirlenirsiniz.
Sahte his çığırtkanları...
- Toplumu ilgilendiren önemli bir olay konuşulurken, o konuşulan konuyla ilgili herhangi bir fikri olmamasına ve merak etmemesine rağmen, sırf linç edilmemek için “Rakı-balık’tan sonra party yıkılırrrrr” yazamayıp, o hiç ilgilenmediği toplumsal olaya dair “hassasiyet” belirten Tweet’ler yazanlar... Yazdıkları anda, cümlelerden dökülen o acemilik... O “aslında hiçbir şey hissetmiyorum, ayıp olmasın diye yazdım” duygusunun bilgisayar ekranından fırlayıp size kadar gelmesi... Olmuyor. Vallahi olmuyor.
Geceleri perdeyi aralayıp, tüm şehri kaplayan beyaz örtüye bakıp huzurla doluyoruz.
Sonra diyoruz ki, şöyle bir dışarı çıkalım, yürüyelim. Hanidir böyle kar görmemişiz, şöyle bir sokaklarda gezinelim.
Tam sokaklarda huşu hissi içinde içinde yavaş yavaş yürürken kafanıza granit sertliğinde bir kartopu isabet ediyor. Beş dakika önce sahip olduğunuz o huzur, o sessizlikten gelen sakinlik uçuyor gidiyor...
“Nereden geldiği bilinmeyen granit sertliğinde kartopu” gözünüze tutulan ve asla kaynağını bulamadığınız lazer gibi. Hesap sormak, “çıldırdın mı arkadaş” demek istiyorsunuz ama muhatabınız çoktan uzaklaşmış, yeni kurbanlarını aramakta oluyor...
Kar haberlerini endişeyle izliyor, kendimizi Sibirya’nın en ücra bölgelerinde yaşayanlardan daha şanssız sayıyoruz.
Eh, normal değil mi? İnsanların daha yüksek yaşam standartlarında hayatlarını sürdürebilmeleri için icat edilmiş şehirler, metrekareye 0.0001 gram kar düştüğünde kaosun ortasına sürükleniyor. Yoğun yağışta ise “çaresizlik” kelimesinin sözlük anlamı haline geliyor.
Bir lokmacık kar ve yağmurun trafiği felç etmesi bir yana, esas trafiğe varana dek yaşanıyor büyük yaşam savaşı.
Hakikaten; “modern şehirli insan”ın şehir kaosunda hayatta kalma teknikleri en usta dağcıda, en usta şoförde yoktur. Yokuşlarda oturan vatandaşın “yokuş inme teknikleri” üç defa Everest’e tırmanmış, Alpler senin, Himalayalar benim gezmiş usta dağcıda bile yoktur mesela.
Peki ya araç kullananların manevra yeteneklerine, buzda sürüş becerilerine ne demeli?
F1 şampiyonu Sebastian Vettel gelsin, karda Çamlıca’dan aşağı inmeyi denesin bakalım, ne kadar usta şoförmüş görelim. İstanbul yolları, pistte fır dönmeye benzemez, değil mi efendim.
Kar/yağmur trafiğinde toplu taşıma araçlarında sıkışıp kalmış olanların durumu ise hayatta kalma savaşı bir yana, koşullar insanüstü miktarda sabır gerektirdiği için psikolojik savaş, tacizden korunma gibi konuları da içeriyor.
“Meğer ne meraklıymışız nostaljiye” diyeceğim ama bu halimizin de pek eleştirilecek bir yanı yok hani. İnsanın nostalji yapması bir bakıma bugünün dertlerinden kaçmak, güzel anılara sığınmak değil midir aslında? Nasıl da zevk alıyoruz birbirimize 90’ları, 80’leri anlatırken...
90’ları evvelki gün konuşmuştuk. İzninizle şu noktada ben de birkaç gündür süren 80’ler furyasına katılmak, yüzümde hisli bir gülümseme ile “Ne güzeldi o yıllar” diye söze başlamak, ardından “Dizi olan Seksenler”e gelmek istiyorum...
80’lerde bir ilkokul çocuğu olan bendeniz, etrafta bolca görebileceğiniz, annesinin bere üstüne kapüşonu geçirip atkı ile sarmaladığı “astronot çocuk”lardan biriydim. Şimdi siz sanıyorsunuz ki, o zamanların en büyük işkencesi füzolar, vatkalar ya da yüksek belli kotlardı. Hayır efendim. O zamanların en büyük işkencesi tas modeli saçlardı. O toplasan toplanmaz, kısa değil ama uzun da değil, toka tutmaz, yatışmaz, insanı maymun eden tas modeli saçlar... Tuhaf kesimler bir yana, perma, meç gibi insanı hakikaten olduğundan çirkin gösteren birtakım seçimler de yaptı kadınlar o yıllarda. Sonra o perma “brezilya fönü”ne, meç ise “balyaj”a döndü ilerleyen zamanlarda...
Bugün yakışan-yakışmayan herkes nasıl saçını sarıya boyuyorsa, o zaman da her kadın dudağına sedefli pembe ruj sürüyordu. Erkeklerde moda “David Hasselhoff saçı”ydı, yani saç kısa sayılır ama enseden uzun.
“Trendy gençler” tayt giyer, neon renkli plastik bilezikler takar ve saçlarını saçma sapan at kuyrukları yapardı. Yani kısacası, bugün ile karşılaştırıldığında hayli komik görünürdü herkes. En şık kadın, en hoş erkek bugüne ışınlansa “çıldırmış herhalde” der, güler geçersiniz...
Diziler detaylarda sınıfta kalıyor
Dizi olan Seksenler, insana tatlı günleri hatırlatıyor ama bazı detaylar var ki takılmadan geçemiyor insan.
Önceki gün Fatih Altaylı’nın programına katılan “seksi ressam” izleyenlerle ilk defa birebir, aracısız buluştu. Bu defa “acaba”ya yer kalmadı. Kendisini, kendi ağzından dinledik... Neler oldu peki?
Cevabı belli olan basit sorulara yanıt vermek istemediği için lafı “saçmalık” düzeyinde dolandırmalar...
Esasında söyleyecek bir şeyi olmadığı, artık sıkıştığı ve gerçekten kaçamayacağı için konuşurken aniden duraklamalar...
Havaya bakmalar, gözlerini yuvarlamalar... Bir türlü bitirilemeyen, sonu gelmeyen cümleler...
Hatırlarsanız iki sene önce de benzer programı yapmış, aşağı yukarı aynı konukları çağırmış ve aynı konuları işlemiş, yine benzer etkiyi yaratmıştı, tabii bir farkla: O zamanlar Twitter hayatımızın içine bu kadar işlemiş değildi.
Cumartesi günü boyunca, sıralama değişmekle beraber bence90lar hashtag’i ve Kerim Tekin, Seyyal Taner gibi isimler, Twitter’da Worldwide Trending Topics arasında yer aldı.
Peki neden bu özlemin, heyecanın sebebi? Niçin neredeyse tam bir, hatta iki gün boyunca 90’larla delirdik?
Aslında sebebi açık. İsterseniz biraz hatırlayalım: İnternetsiz, bilgisayarsız hayatın son dönemleriydi 90’lar.
Yaşamımızın 10 sene içinde kökten değişeceğinin, 10, 20, 30 senedir süregelen günlük alışkanlıklarımızın, iş yapış biçimlerimizin, gündemimizin aklımıza, hayalimize gelmeyen şekilde farklılaşacağının bilincinde olmayarak, sıradan hayatlarımızı yaşıyorduk.
Ufacık bir örnek: 90’larda İngilizce ödevlerini yaparken anlamlarını bilmediğim kelimeleri sözlükten aramanın ne kadar büyük bir vakit kaybı olduğunu düşünür, “Bir alet olsa da bana çat diye manasını söylese, iki saat aramasam” diye hayal kurardım.
Son derece ilkel elektronik sözlükler vardı, “çerçeve” yazdığınızda bile İngilizce karşılığını bulamazdı, size o kadar söyleyeyim. Bilgisayar kelimesi de sadece Atari ve Commodore demekti, oyun demekti, henüz işlevsel olarak hayatımıza girmiş değildi.
Biliyorsunuz, meşhur yıldızımızın Türkiye’de bulunduğu iki gün boyunca, fotoğraf vermemesi ve çok az yayın organıyla görüşmesi sonucu “Ne sanıyor yahu bu kız kendini?” algısı oluştu.
Fakat kimse şunu düşünmüyor nedense: Çoğu zaman “Kapris yaptı” dediğimiz yıldızların kaprisleri, aslında kendilerinden değil, menajerlerinden kaynaklanır. Megan Fox gibi yıldızların kariyerlerini ve yapacaklarını yöneten, etrafta terör estiren bir menajerin varlığı, her zaman söz konusudur. Dolayısıyla günlerdir boşuna “Şımarık Megan”ı konuşuyoruz.
Üstelik Türkiye’de de “sanatçıdan daha kaprisli menajer”, “sanatçının etrafında ulaşılamaz havası yaratan menajer” profilini yakından tanıyoruz, biliyoruz.
Oyuncular, şarkıcılar kariyerlerini kendi kendilerine yönetmiyor. Bunu onlar için yapan, kimi zaman sanatçının kendini düşüneceğinden daha fazla onu düşünen ve kimi zaman insan bezdirme makinesine dönüşen birer menajerleri var.
İşte, “Megan Fox hadisesi”, -her nedense kimse buna ihtimal vermese de- menajerinin eseri.
Zira Megan Fox’un Türkiye’de kaldığı sürede hayli mütevazı talepleri olmuş. Gece hayatını merak etmediğini, tarihi yerleri gezmek istediğini söylemiş, sette sigara içilmemesini talep etmiş...
Nihat Odabaşı’ndan tutun set görevlilerine, herkes mütevazılığını ve rahatlığını konuşuyor.