Melike Karakartal

Twitter’dan... Çok sıkıldım!

2 Şubat 2012
Hayır hayır, Twitter’dan değil, Twitter’ın çeşitli amaçlar için kullanılmasından sıkıldım. Bir düşünün... Şu aşağıdakilerle daha az karşılaşsak, sizce de daha güzel olmaz mıydı?

- Kendisinin ya da çevresinin işini yıkamaya yağlamaya doyamazken, ilgileri bulunmayan ama çok başarılı bir işi karalayanlar, “olmamış” diyenler...
- Kendilerine gelen övgüleri, Tweet’lerine gelen “mention”ları, retweet ederek timeline’ımızı baştan aşağı alakamızın olmadığı konularla dolduranlar... (Neyse ki “retweet’leri gösterme” seçeneği var!)
- Normal koşullarda herhangi biri yazsa yorum yapmayacakken, “iş kapısı” olabilecek, ileride işine yarayabilecek kişiye yaranmak için bir Tweet’e “Ayyy, evett, kesinlikle katılıyorummm, süper harika bir tespit, yağ çekmekten ne diyeceğimi şaşırıyorum” hisli yanıt verenler...
- Twitter’ı bir SMS alanı gibi kullanmaya her zaman itirazım yok ama “Biz, böyle birkaç kişi, çok iyi arkadaşız ve bunu size göstermek istiyoruz” mesajlaşmaları var ya... Bari bu kadar belli etmeyin kardeşim. Anladık, arkadaşsınız ve bunu görmemizi istiyorsunuz.
- Mecburen, kimi zaman ayıp olmasın diye çok sevmedikleri insanları, eski sevgilileri takip edenler ve Twitter’ı sadece laf sokma mecrası olarak kullananlar... Sizlere “Bu kadar çok sevmiyorsan, git unfollow et bence” demek istiyorum. “Aşk... Aşk bir kurbağa gibidir. Bazen vrak der, bazen de bırak. Neresinden öpeceğini bilmek lazım” ya da “Arkadaşlarını iyi seçeceksin... Bir gün sırtından vurmak istediğinde ekmek bıçağı nerede diye sana sormasın...” gibi deli saçması “özlü söz” okumaktan hepimiz usandık.
- Dilbilgisi endişesi olmayanlar... Ben şimdi buraya “Merhaba sevgili Habitus okurları, sizdemi burdasınız, bende hergün burdayım” yazsam hoş mu olur. “Bre Habitus, de’leri, mi’leri ayır da gel” demez misiniz? “Vay senin öğrendiğin Türkçe’ye...” diye sinirlenmez misiniz? Bence sinirlenirsiniz.

Sahte his çığırtkanları...

- Toplumu ilgilendiren önemli bir olay konuşulurken, o konuşulan konuyla ilgili herhangi bir fikri olmamasına ve merak etmemesine rağmen, sırf linç edilmemek için “Rakı-balık’tan sonra party yıkılırrrrr” yazamayıp, o hiç ilgilenmediği toplumsal olaya dair “hassasiyet” belirten Tweet’ler yazanlar... Yazdıkları anda, cümlelerden dökülen o acemilik... O “aslında hiçbir şey hissetmiyorum, ayıp olmasın diye yazdım” duygusunun bilgisayar ekranından fırlayıp size kadar gelmesi... Olmuyor. Vallahi olmuyor.

Yazının Devamını Oku

Kar romantizmi mi dediniz?

1 Şubat 2012
Kar sessizliğini seviyoruz değil mi? Kar serpiştirirken nasıl da sakin, hareketsiz görünüyor sokaklar...

Geceleri perdeyi aralayıp, tüm şehri kaplayan beyaz örtüye bakıp huzurla doluyoruz.

Sonra diyoruz ki, şöyle bir dışarı çıkalım, yürüyelim. Hanidir böyle kar görmemişiz, şöyle bir sokaklarda gezinelim.

Tam sokaklarda huşu hissi içinde içinde yavaş yavaş yürürken kafanıza granit sertliğinde bir kartopu isabet ediyor. Beş dakika önce sahip olduğunuz o huzur, o sessizlikten gelen sakinlik uçuyor gidiyor...

“Nereden geldiği bilinmeyen granit sertliğinde kartopu” gözünüze tutulan ve asla kaynağını bulamadığınız lazer gibi. Hesap sormak, “çıldırdın mı arkadaş” demek istiyorsunuz ama muhatabınız çoktan uzaklaşmış, yeni kurbanlarını aramakta oluyor...

Yazının Devamını Oku

Dersimiz: Dizi

31 Ocak 2012
Bugün biraz dizilerden konuşmaya, televizyon tarihine şöyle bir dönüp bakmaya ne dersin sevgili dizi bağımlısı Habitus okuru? Hazır “Touch”ı konuşurken, gelin bugün okyanusun ötesine geçelim ve yapımcılarımızın “Neyi alabilir/çalabilir veya adapte edebiliriz” diye yakından takip ettiği Amerikan dizi piyasasının; farklı toplumlara, ırklara, dinlere ve kültürlere yer verir hale nasıl geldiğine bir bakalım...
Hollywood, “Amerikan rüyası” satmayı bir kenara bırakmadı ama potansiyeli çok büyük başka bir pazar olduğunun farkına vardı ve son yıllarda buna oynuyor: Yapımlardaki karakterleri birbirinden farklı dil, din ve ırktan insanlardan; sahnelerini ise farklı ülkelerden seçiyor. “Yakınlık hissi” yaratarak dünyanın dört bir yanından izleyiciyi yakalamayı beceriyor. Bunun için hepimizi ekrana mıknatıs gibi çeken “24”, “Glee”, “Lost”, “Heroes”, “Pan Am” ve son olarak “Touch” gibi dizileri düşünmek yeterli...
Aslına bakarsanız dizilerin son dönemdeki bu eğiliminin, “izleyici çekmek”ten daha derinde, başka bir öyküsü var.
Amerikan televizyon tarihinin şöyle kabaca üzerinden geçecek olursak, televizyonun evlere girdiği 40’lardan itibaren, 80’lerin sonlarına kadar geçen sürede, ekranlarda “beyazların hakimiyeti”nden söz etmek gerekir. Birleşik Devletler’de ırkçılık; 60 yıl öncesinin yeni medyası olan televizyonda böyle bir yer açmıştı kendine.
Farklı ırkların bir arada yaşadığı bir toplum olmalarına rağmen, insan ayrımcılığı, o zamanların medya düzeni içinde “Ekrandaki kişilerin beyaz ırktan seçilmesi ve bunun normalleştirilmesi” olarak karşılarına çıkıyordu...
Dizilerde de bu durum geçerliydi. Çok uzağa gitmeyelim, Türkiye’de de yayınlanmış birkaçını düşünelim:
“Tatlı Cadı”, “Lassie”, “Dallas”, “Charlie’nin Melekleri”, “Cheers”, “Evli ve Çocuklu”, “Mavi Ay”... Pembe dizilerden “Cesur ve Güzel”, “Yalan Rüzgarı”, “Santa Barbara”, “General Hospital”... Bu dizilere ve diğer tüm ses getiren yapımlara baktığımızda, 80’lerin sonlarına kadar, çoğunun başrollerinde ve yan karakterlerinde beyaz oyuncuları görüyoruz...
Ve değişim başlıyor....
70’lerin sonlarına tarihlenen “Kökler” ve  86-92 seneleri arasında yayınlanan “The Cosby Show”, televizyon tarihinde kilometre taşları olarak değerlendiriliyor.
Sonraki yıllarda da “Miami Vice”, “Magnum” gibi, farklı etnik kökenli oyuncuların kadroya dahil edildiği yapımlar karşımıza çıkıyor fakat “beyaz dünya”nın ağırlığının o dönem hâlâ hissedildiğini söyleyebiliriz. (Mesela efsane yapımcı Aaron Spelling, 90’ların en çok izlenen dizilerinden “Beverly Hills 90210”da hiç siyahi ya da Asya kökenli oyuncu kullanmadığı için eleştirilmiş, dizilerindeki karakterlerin, Amerikan toplumunu yansıtmadığı söylenmişti. Bu eleştirilerden ötürü Spelling, 90’larda çok ses getirmiş dizisi “Melrose Place”te farklı ırkları temsil edebilecek oyuncular seçmişti.)
Bugün, geçmişten çok farklı olarak, yapımlarda büyük oranda farklı etnik kökenlerden oyuncuların bir araya getirildiğini görüyoruz. Bu, hem Hollywood’un, geçmişteki “Ekranda ırkçılığın normalleştirilmesi” meselesiyle ilgili af dileyişine, hem de dünyanın her yerinden izleyici çekme hedefine hizmet ediyor.
“Touch” da aslında bu anlamda, “Yeni dönem Hollywood uyanışı”nın iyi bir örneği olarak değerlendirilebilir...
Yazının Devamını Oku

Karla imtihan

28 Ocak 2012
Şimdi okullar tatil ya, açık olduğu zamanlarda geceleri kar yağdığında öğrencilerin toplu halde “tatil yağıyor, tatillll” sevinci yüzünden oluşan o iyimser hava yok bugünlerde.

Kar haberlerini endişeyle izliyor, kendimizi Sibirya’nın en ücra bölgelerinde yaşayanlardan daha şanssız sayıyoruz.
Eh, normal değil mi? İnsanların daha yüksek yaşam standartlarında hayatlarını sürdürebilmeleri için icat edilmiş şehirler, metrekareye 0.0001 gram kar düştüğünde kaosun ortasına sürükleniyor. Yoğun yağışta ise “çaresizlik” kelimesinin sözlük anlamı haline geliyor.
Bir lokmacık kar ve yağmurun trafiği felç etmesi bir yana, esas trafiğe varana dek yaşanıyor büyük yaşam savaşı.
Hakikaten; “modern şehirli insan”ın şehir kaosunda hayatta kalma teknikleri en usta dağcıda, en usta şoförde yoktur. Yokuşlarda oturan vatandaşın “yokuş inme teknikleri” üç defa Everest’e tırmanmış, Alpler senin, Himalayalar benim gezmiş usta dağcıda bile yoktur mesela.
Peki ya araç kullananların manevra yeteneklerine, buzda sürüş becerilerine ne demeli?
F1 şampiyonu Sebastian Vettel gelsin, karda Çamlıca’dan aşağı inmeyi denesin bakalım, ne kadar usta şoförmüş görelim. İstanbul yolları, pistte fır dönmeye benzemez, değil mi efendim.
Kar/yağmur trafiğinde toplu taşıma araçlarında sıkışıp kalmış olanların durumu ise hayatta kalma savaşı bir yana, koşullar insanüstü miktarda sabır gerektirdiği için psikolojik savaş, tacizden korunma gibi konuları da içeriyor.

Yazının Devamını Oku

Şimdi de 80’ler!

27 Ocak 2012
Bir hafta içinde Okan Bayülgen ile 90’lara, oradan Birol Güven’in “Seksenler” dizisinin başlamasıyla hoop 80’lere savrulduk.

“Meğer ne meraklıymışız nostaljiye” diyeceğim ama bu halimizin de pek eleştirilecek bir yanı yok hani. İnsanın nostalji yapması bir bakıma bugünün dertlerinden kaçmak, güzel anılara sığınmak değil midir aslında? Nasıl da zevk alıyoruz birbirimize 90’ları, 80’leri anlatırken...
90’ları evvelki gün konuşmuştuk. İzninizle şu noktada ben de birkaç gündür süren 80’ler furyasına katılmak, yüzümde hisli bir gülümseme ile “Ne güzeldi o yıllar” diye söze başlamak, ardından “Dizi olan Seksenler”e gelmek istiyorum...
80’lerde bir ilkokul çocuğu olan bendeniz, etrafta bolca görebileceğiniz, annesinin bere üstüne kapüşonu geçirip atkı ile sarmaladığı “astronot çocuk”lardan biriydim. Şimdi siz sanıyorsunuz ki, o zamanların en büyük işkencesi füzolar, vatkalar ya da yüksek belli kotlardı. Hayır efendim. O zamanların en büyük işkencesi tas modeli saçlardı. O toplasan toplanmaz, kısa değil ama uzun da değil, toka tutmaz, yatışmaz, insanı maymun eden tas modeli saçlar... Tuhaf kesimler bir yana, perma, meç gibi insanı hakikaten olduğundan çirkin gösteren birtakım seçimler de yaptı kadınlar o yıllarda. Sonra o perma “brezilya fönü”ne, meç ise “balyaj”a döndü ilerleyen zamanlarda...
Bugün yakışan-yakışmayan herkes nasıl saçını sarıya boyuyorsa, o zaman da her kadın dudağına sedefli pembe ruj sürüyordu. Erkeklerde moda “David Hasselhoff saçı”ydı, yani saç kısa sayılır ama enseden uzun.
“Trendy gençler” tayt giyer, neon renkli plastik bilezikler takar ve saçlarını saçma sapan at kuyrukları yapardı. Yani kısacası, bugün ile karşılaştırıldığında hayli komik görünürdü herkes. En şık kadın, en hoş erkek bugüne ışınlansa “çıldırmış herhalde” der, güler geçersiniz...

Diziler detaylarda sınıfta kalıyor

Dizi olan Seksenler, insana tatlı günleri hatırlatıyor ama bazı detaylar var ki takılmadan geçemiyor insan.

Yazının Devamını Oku

Şimdi seni anladık Karolin!

26 Ocak 2012
Karolin Fişekçi’yi gazetelerde yayımlanmış röportajlarında okurken, söylediklerini “yazılı basın” aracılığıyla öğrenirken herhalde şüpheye, “acaba”lara daha çok yer vardı...

Önceki gün Fatih Altaylı’nın programına katılan “seksi ressam” izleyenlerle ilk defa birebir, aracısız buluştu. Bu defa “acaba”ya yer kalmadı. Kendisini, kendi ağzından dinledik... Neler oldu peki?

Cevabı belli olan basit sorulara yanıt vermek istemediği için lafı “saçmalık” düzeyinde dolandırmalar...

Esasında söyleyecek bir şeyi olmadığı, artık sıkıştığı ve gerçekten kaçamayacağı için konuşurken aniden duraklamalar...

Havaya bakmalar, gözlerini yuvarlamalar... Bir türlü bitirilemeyen, sonu gelmeyen cümleler...

Yazının Devamını Oku

90’lara özlemin sebebi ne?

25 Ocak 2012
Hafta sonu Okan Bayülgen 90’lar programı yaptı, ortalık yıkıldı...

Hatırlarsanız iki sene önce de benzer programı yapmış, aşağı yukarı aynı konukları çağırmış ve aynı konuları işlemiş, yine benzer etkiyi yaratmıştı, tabii bir farkla: O zamanlar Twitter hayatımızın içine bu kadar işlemiş değildi.
Cumartesi günü boyunca, sıralama değişmekle beraber bence90lar hashtag’i ve Kerim Tekin, Seyyal Taner gibi isimler, Twitter’da Worldwide Trending Topics arasında yer aldı.
Peki neden bu özlemin, heyecanın sebebi? Niçin neredeyse tam bir, hatta iki gün boyunca 90’larla delirdik?
Aslında sebebi açık. İsterseniz biraz hatırlayalım: İnternetsiz, bilgisayarsız hayatın son dönemleriydi 90’lar.
Yaşamımızın 10 sene içinde kökten değişeceğinin, 10, 20, 30 senedir süregelen günlük alışkanlıklarımızın, iş yapış biçimlerimizin, gündemimizin aklımıza, hayalimize gelmeyen şekilde farklılaşacağının bilincinde olmayarak, sıradan hayatlarımızı yaşıyorduk.
Ufacık bir örnek: 90’larda İngilizce ödevlerini yaparken anlamlarını bilmediğim kelimeleri sözlükten aramanın ne kadar büyük bir vakit kaybı olduğunu düşünür, “Bir alet olsa da bana çat diye manasını söylese, iki saat aramasam” diye hayal kurardım.
Son derece ilkel elektronik sözlükler vardı, “çerçeve” yazdığınızda bile İngilizce karşılığını bulamazdı, size o kadar söyleyeyim. Bilgisayar kelimesi de sadece Atari ve Commodore demekti, oyun demekti, henüz işlevsel olarak hayatımıza girmiş değildi.

Yazının Devamını Oku

Megan Fox gerginliğinin gerçek hikâyesi

24 Ocak 2012
Tahmin ediyorum, bir Megan Fox yazısı daha okursanız kusma noktasına geleceksiniz ama reklam filminin çekimlerini yerinde izlemiş ve kafaları karıştıran soruları muhataplarına sormuş bir insan evladı olarak, birtakım yanlış anlaşılmaları ortadan kaldırmanın şart olduğunu düşünüyorum.

Biliyorsunuz, meşhur yıldızımızın Türkiye’de bulunduğu iki gün boyunca, fotoğraf vermemesi ve çok az yayın organıyla görüşmesi sonucu “Ne sanıyor yahu bu kız kendini?” algısı oluştu.
Fakat kimse şunu düşünmüyor nedense: Çoğu zaman “Kapris yaptı” dediğimiz yıldızların kaprisleri, aslında kendilerinden değil, menajerlerinden kaynaklanır. Megan Fox gibi yıldızların kariyerlerini ve yapacaklarını yöneten, etrafta terör estiren bir menajerin varlığı, her zaman söz konusudur. Dolayısıyla günlerdir boşuna “Şımarık Megan”ı konuşuyoruz. 
Üstelik Türkiye’de de “sanatçıdan daha kaprisli menajer”, “sanatçının etrafında ulaşılamaz havası yaratan menajer” profilini yakından tanıyoruz, biliyoruz.
Oyuncular, şarkıcılar kariyerlerini kendi kendilerine yönetmiyor. Bunu onlar için yapan, kimi zaman sanatçının kendini düşüneceğinden daha fazla onu düşünen ve kimi zaman insan bezdirme makinesine dönüşen birer menajerleri var.
İşte, “Megan Fox hadisesi”, -her nedense kimse buna ihtimal vermese de- menajerinin eseri.
Zira Megan Fox’un Türkiye’de kaldığı sürede hayli mütevazı talepleri olmuş. Gece hayatını merak etmediğini, tarihi yerleri gezmek istediğini söylemiş, sette sigara içilmemesini talep etmiş...
Nihat Odabaşı’ndan tutun set görevlilerine, herkes mütevazılığını ve rahatlığını konuşuyor.

Yazının Devamını Oku