Üç yıldan beri, kış başlangıcında Ayvalık’a doğru yolculuk yapmayı alışkanlık haline getirdim.
Bu yolculuk, sevgiliyle buluşmaya gider gibi heyecan dolu oluyordu. Buluşulacak sevgili bir değil ikiydi üstelik. Bir tanesi "kutsal sıvı" zeytinyağı, diğeri ise bu mevsimde insanı sımsıcak sarmalayan Ayvalık’tı.
Ayvalık’ta kasım sonunda zeytin hasadı başlıyordu. Dağ taş her tarafa mis gibi zeytin kokusu siniyordu. Hasat kelimesi, içinde neşeyi de barındırıyordu galiba. Hasat, bir yılın yorgunluğunun son bulduğunun müjdecisiydi. Üretici bir süreliğine tüm sıkıntılarından soyunup sazlı sözlü, yemeli içmeli gün ve gecelerde, yorgun bedenini ödüllendiriyordu. Düğünler bile hasadı bekliyordu. Hasatta hem bitiş hem de başlangıç vardı.
Aslında bu yazı biraz gecikmiş bir yazı oldu. Hasadın üstünden neredeyse bir ay geçti. Daha ilk cümleye başlayamadan araya başka geziler girdi. Ayvalık tüm güzelliğiyle bıraktığım gibi durduğuna ve zeytinyağının sorunları bugünden yarına çözülmeyeceğine göre, pek de gecikmiş sayılmayacağımı düşündüm. İki-üç hafta önce ne yazacaksam bugün de aynı şeyleri yazabilirdim. Yani eskiyen, geciken hiçbir şey yoktu.
Ayvalık Ticaret Odası, üç yıldan beri kasım ortası ile aralık başı arasındaki uygun bir hafta sonunda, "Zeytin Hasadı Şenliği" düzenliyordu. Bu şenliğe üreticiler, basın mensupları, ekonomistler, işadamları, uzmanlar, zeytinyağı düşkünleri katılıyordu. Paneller düzenleniyor, dertler dillendiriliyor, sorunlar irdeleniyor, çözüm önerileri tartışılıyordu. Sonra işin yeme-içme faslı başlıyordu.
YALNIZ VE SESSİZ
İzmir’den Ayvalık’a doğru yol alırken, yağmur birden dökülmeye başladı. Kelimenin tam anlamıyla gökyüzünden dökülüyordu. Arabayı kenara çekip bir süre bekledik. Çünkü oluşan su perdesi yüzünden bir karış ötesini görmüyorduk. "Hasat masat olmaz bu havada" diye söylendim kendi kendime. Bu balçık çamurda tarlaya nasıl girerdik ki! Yazın vızır vızır olan yoldan şimdi tek tük araba geçiyordu. Nedense kışın yollara düşmeyi pek sevmiyorduk. Halbuki sessizlikle süslenmiş yalnızlığın başka bir tadı vardı. Hele bu sessizliğe yağmur tıpırtısı ve toprak kokusu da eşlik ediyorsa, kış kaçamağının tadına doyum olmuyordu.
Cunda’ya vardığımda hava kararmış, yağmur biraz insafa gelmişti. Kıyıdaki restoranlar, iskemleleri toplamış, yolun karşı kıyısındaki kışlıklarına çekilmişlerdi. Nesos’a gittiğimde, benim gibi erkenci konukların kadehlerini yarıladığını gördüm. Masanın üstü, insanı baştan çıkaran mezelerle donatılmıştı. Erken hasat zümrüt yeşili zeytinyağı ise damağımdan şelalelerin dökülmesine neden oluyordu. İşe bu muhteşem yağa ekmek banmakla başladım. Otlar, sıcak soğuk mezeler, kırma zeytinler, taş barbunları, pisiler derken Cunda’ya her zamanki gibi lezzetli bir "merhaba" demiş oldum.
ÇİFTLİKTE ZİYAFET
Ertesi gün erkenden zeytinyağı hasadı için yola koyulduk. Minibüs zeytin ormanlarının içinden geçiyordu. Bir yüzü gümüş, bir yüzü yeşil yapraklar sallandıkça, ağaç renk değiştiriyordu sanki. Üretici Salih Madra, küresel ısınmanın etkilerinin görünmeye başladığından, kuraklık yüzünden mahsulün azaldığından, son yağmurların etkisinin ancak bir sonraki yıl görüneceğinden yakındı. Bu yılın, zeytin üreticisi açısından zor geçeceği anlaşılıyordu.
Salih Sural’ın zeytinliğinde çizmeler dağıtıldı. Bu üçüncü zeytin hasadım olduğu için ben yemekleri kontrol etmeyi tercih ettim. Cunda’nın ünlü aşçısı Yörük Mehmet, her yılki gibi yine "döktürmüştü"... Kuzu tandır, Afyon’dan getirilmiş özel sucuk, zeytinyağı ve limonla tatlandırılmış mevsim otları, zeytinyağlı yaprak ve lahana sarması, tabaklarda yeşil zeytinyağı...
Güneş bulutların arasından sıyrılmış, hasat yemeğine katılmıştı. Görüntü bir İtalyan filmindeki yemek sahnesini andırıyordu... Yüksek sesle masalar arası konuşanlar, kahkaha atanlar, kadeh kaldıranlar, müziğe tempo tutanlar. Yemek, Adabeyi restoranın hazırladığı nefis lor tatlısı ile sona erdi.
Yemekten sonraki panelde sorunlar ve dilekler dile getirildi. Türkiye’nin dünya zeytinyağı pazarındaki payının artırılması için çalışmalar yapılması istendi. Bunun için marka yaratmak gereğine değinildi. Ayrıca yurtdışında tanıtım kampanyası düzenlenmesi talep edildi. Bu tanıtımların özellikle hedef pazar seçilen ABD, Kanada, Güney Kore ve Avustralya’da yoğunlaşması gerektiğine dikkat çekildi. Yunanistan’da kişi başına yılda 21 litre zeytinyağı tüketilirken Türkiye’de bu rakamın 800 gramda kaldığı, iç tüketimin mutlaka artırılması gereği vurgulandı.
Tanıtımın önemine inandığım için, bu konuda panelistlere sorular sordum. Bir tanıtım grubunun kurulduğunu, 2008’den itibaren yurtdışında yoğun tanıtıma başlanacağını, bu amaçla konusunda deneyimli "Tuluat" adlı bir reklam ajansı ile anlaşıldığını öğrendim. İstanbul’a dönünce reklam sektöründeki dostlarıma bu "Tuluat"ı sordum. Bilen çıkmadı!
MİDİLLİ’DE BATAN GÜNEŞ
Ertesi gün poyraz dinmiş, bulutlar gitmiş, deniz sütliman olmuş, güneş çevreye yaşam sevinci saçmaya başlamıştı. Soluğu Cunda sahilinde aldım. Etrafta kimsecikler yoktu. Sahile dizilmiş kediler, balıkçı teknelerinin yolunu gözlüyordu. Önce Dede’nin Yeri’nde, teneke tulumuyla yapılan Ayvalık tostunu yedim. Sonra Taş Kahve’nin önündeki bir masaya oturup, bir bardak çayla sessizliğin tadını çıkardım.
Biraz sonra gazeteyi kapan bir iki adalı yan masalarda yerini aldı. Balıkçılardan umudunu kesen kediler kahvede oturanları paylaştı. Oldum olası yazlık yerlerin kış görüntüsünü çok severim. Kalabalıklar elini eteğini çeker, sokaklara bir sessizlik oturur. Görüntüler düş kurmaya davet eder insanı. Zaman durur, yaşamın temposu yavaşlar, sıradan görüntüler bile insanı mutlu etmeye değer.
Öğle yemeği Ayvalık sahilinde, Karantina sokağındaki Deniz Kestanesi Restoran’da yenecekti. Slow Food Ayvalık hareketi, yöre lezzetlerinden oluşan bir yemek verecekti. İlk organizasyonlarıydı. Yörenin kaybolmaya yüz tutmuş yemeklerini korumak ve Ayvalık lezzetlerini tanıtmak, çevredeki küçük üreticileri desteklemek, tarımsal mirası sürdürülebilir kılmak gibi önemli bir misyon yüklenmişlerdi. Kurucu üyeler, Asude Sümer, Simten Cömert, Mehmet Cömert, Betül Sayıl, Ali Kürşat önlüklerini takıp yemekleri servis ettiler. Yemekler özellikle ekmek çok lezzetliydi. Hele yemeğin sonunda gelen lor tatlısı ile kalbura bastı damağımda unutulmaz tatlar bıraktı.
Restoranın verandası denizin üstündeydi. Oraya bir iskemle atıp Midilli’nin arkasından batan güneşi seyrettim. Doyumsuz görüntüler ve renkler oluşmuştu. Bir gölge gibi süzülen martılar, kızıl fonun önünde pat pat giden balıkçı teknesinin silueti, moraran tepeler, aheste aheste akıp giden kırmızı bulutlar... Ayvalık gezisi böylesine büyülü görüntülerle sona erdi. Buraya yaptığım tüm geziler hep böylesine muhteşem bir sonla noktalanırdı. Onun için buralar yıl boyu düşlerimi süsler, Ayvalık beni durmadan kendisine çağırırdı.
Meze sağanağı
Panel sonrasında davetliler Cunda’nın restoranlarına dağıldı. Benim masam "Bay Nihat"taydı. Nihat’ın mezeleri dillere destandır. Çoğu damak çatlatan cinstendir. Restoranda Ömer Madra ile aynı masayı paylaşıyorduk. Küresel ısınma konusundaki endişelerimizi değiş tokuş ederken, masaya meze sağanağı başladı: Ot tabağı, ısırganlı Midilli ezme, bademli Girit ezme, islendirilmiş keçi peyniri, ahtapot salatası, balık pastırması, deniz kestanesi, Rum lakerdası, peynirli kidonya, peynirli bungalo, otlu mantı, balıkçı böreği, akkız, bebe ahtapot, kalamar tava, safran soslu subye paça, balık ve vişneli taze lor. Kiminden bir çatal, kiminden üç çatal, kiminden bir tabak derken bu lezzet fırtınasını kazasız belasız atlattım.
Yenilenen kitaplık
Dar sokaklardan, sarmısak taşıyla yapılmış renkli badanalı evlerin arasından yürüyerek, tepedeki Necdet Kent kitaplığına tırmandım. Bu eski binayı ve değirmeni işadamı Rahmi Koç onartmış, kütüphanenin de sponsorluğunu üstlenmişti. Cunda’yı kuşbakışı gören bu mekanda eski diplomat Necdet Kent’in kitapları yer alıyordu. Buranın zaman içinde yöreyle ilgili kitapların, haritaların yer alacağı bir kaynak merkezine dönüştürüleceğini öğrendim.