Paylaş
İçmeler’i geçtikten sonra, oldukça dik ve virajlı bir yoldan tepeye tırmanılır. Bu tırmanışta çamlarının arasından Marmaris görünür ki, büyüklüğüyle insanı şaşırtır. Artık ilçe denilmeyecek boyutlara ulaşmıştır. Marmaris’in göründüğü virajda gözümün önüne geçmişteki hep aynı görüntü oturur: Tek tek sayılabilecek kadar az bina, masmavi bir deniz. Nedense hep kaldığım pansiyonu hatırlarım. Hiç bir anım olmadığı halde. Virajın bittiği yerdeki tarlanın ortasında, başı olmayan bir korkuluk durur. Beyaz gömleği ile canlı gibidir. Kuşlar ona öylesine alışmıştır ki, bazıları olmayan başına konmak için birbirleriyle itişirler. Korkuluğun göründüğü yerde tırmanış biter.
Yol bu sefer keskin virajlarla inmeye başlar. Orman manzarayı yine örter. Arada bir ağaçların arasından mavi deniz, uzaklarda puslu dağlar görünür. Tam anlamıyla Akdenizli bir tablodur. Yolun ortasına doğru birden Turunç görüntüye girer. Tepeden bakınca bir İtalyan kasabasını andırır. Sırtını yeşil tepelere yaslamış, yüzünü ise masmavi denize dönmüş küçük, güzel bir beldedir.
Adı Turunç’tur ama turunç ağacı parmakla sayılacak kadar azdır. Onun için neden bu adın verildiğini anlamakta zorlanırım. Yokuşun yarısındaki kahvede durup, manzaranın tadını çıkartırım. Sabahsa demli bir çay, akşam üstüyse soğuk bir içecek bu kısa duraklamaya eşlik eder. Aslında sabah erkenden buraya gelmeyi severim. Çünkü güneş karşı dağların arkasından doğar ve tan yerinin kızılı, Akdeniz’in mavisi, ormanların yeşili birbirine girer. Dağlar kat kat görünür, uzaklarda yeşil mora dönüşür. Hele bir de yelkeni rüzgârla şişmiş bir tekne görüntüye girerse, manzara daha da doyumsuz olur, insanın aklını başından alır.
İNGİLİZLER ÇOĞUNLUKTA
Ana caddeye girdiğinizde, tepeden İtalyan kasabasına benzeyen Turunç’un, aslında bir İngiliz kasabasını andırdığını görürsünüz. Çünkü, yolda yürüyen hemen herkes İngilizdir. Yaşlısı, genci, şişmanı, zayıfı kavrulmuş derileri ile plaja doğru gider. Kimilerinin pek acelesi yoktur, onlar bir pubda sabah biralarını yudumlamayı tercih eder. Turunç’un İngilizleri çok cesur insanlardır. Güneşten hiç korkmazlar. Ondan kopup gelen zararlı ışınlara ise hiç aldırış etmezler. Sabahtan akşama kadar, kızgın güneşin altında
yatıp dururlar.
Ana caddenin iki yanına lokantalar, kahveler ve hediyelik eşya satan dükkânlar sıralanmıştır. Yani ana caddede klasik yazlık mekan görüntüsünün dışında pek bir şey yoktur. Ama dükkânların arkasına saklanmış sahilde, boydan boya uzanan plaj Turunç’un farkını gözler önüne serer. Tertemiz, berrak, serin, masmavi deniz çok davetkârdır. Bu daveti reddetmek zordur. Onun için Turunç’a alış verişe inerken mayomu giymeyi hiç ihmal etmem.
Turunç’ta yaşam gündüz sıcağında yavaştır. Ama akşam olunca şenlenir. Gündüz yarı çıplak dolaşan İngilizler, takar, takıştırır, süslenip, püslenir ve kahvelerde, pub’larda, lokantalarda buluşurlar. Burada hemen herkes birbirini tanır. Çünkü İngilizler’in çoğu 12 ay Turunç’ta yaşarlar. Yazlıkçılar ise hep aynı insanlardır. Esnaf, İngiliz dostlarının cimriliğinden şikâyet etse de yine de hizmetti aksatmazlar.
SONBAHARDA BALIK YEMEYE DOYUM OLMAZ
Ben Turunç lokantalarının devamlı müşterisi değilimdir. Sadece balığın bol olduğu aylarda gelirim. O zaman yerli İngilizler evlerine çekilmiş, yazlıkçılar ülkelerine dönmüş olur. Her tarafa bir sessizlik çöker. İşte o zaman bu lokantalardan birinde taze balık yemeye doyum olmaz. Taze balık, rakı, karşıda iyot kokan deniz ve dağlar.
Yazın sahilde arada bir dondurma kaçamağı yaparım. Vanilyalı, çilekli, karadutlu, çikolatalı bu soğuk ve kaygan topların, dilimin üstünde sıcaktan soğuğa doğru yol alarak çılgınca dans etmeleri, bana neşe ve mutluluk verir. Hele külahın içinde kalan son lokmaların tadı doyumsuz olur.
Kalabalıkları Turunç’ta bırakıp sığınağımın bulunduğu Amos Koyu’na doğru yoluma devam ederim. Daracık, virajlı yolun manzarası çok güzeldir. Sol tarafta Akdeniz uzanır gider. Sağ tarafta ise çam ağaçlarının örttüğü dağ yükselir. Nisanda yamaç çiçeklerle donanır. Aklınıza gelen her renk çiçeği burada görebilirsiniz. Ben en çok mor çiçek açan eşek baklalarını severim. Bir de taze kekik toplamasını.
Gizli cennetim Amos
Amos hiçbir şeyin olmadığı cennet bir koydur. Bir tarafında antik Amos kentinin bulunduğu tepe yükselir. Geçmişi MÖ 3’üncü yüzyıla dayanır. Sur duvarlarıyla çevrili kentten geriye, tiyatro, tapınak, sarnıç, ev kalıntıları, heykel kaideleri kalmıştır. Baharda antik kentte yürümek çok keyifli olur. Çünkü her yer papatyalarla bezenir, ağaçlar çiçeklenir. Yabani siklamenler, eflatun ve mor renkleriyle göz alırlar. Burunun ucuna kadar yürüdüğünüzde manzara sizi çarpar. Bir yanda Kumlubük, bir yanda Akvaryum Koyu, önünüzde uçsuz bucaksız Akdeniz. Amos’ta hiçbir şey yok dereken Cemile Hanım’a haksızlık etmemek gerekir. Çünkü koyun ortasındaki mütevazı restoranı o işletir. Tabii eşinden ve çocuklarından da destek alır. Boncuk gözlü Cemile Hanım’ın mezeleri çok lezzetlidir. Balığın en tazesi onun ızgarasındadır. Taş fırınında pişen pideler lezzet yarıştırır.
Paylaş