Paylaş
Geçen hafta Paris’te bir arkadaşıma konuk oldum. Kısa bir seyahatti. Onun için müzesiz, galerisiz, yemeğe konsantre bir gezi oldu.
Ben çoktandır yıldızlı lokantalardan elimi eteğimi çekmiştim. Daha mütevazı yerlere gitmeyi tercih ediyorum. Arkadaşım Mehmet Ömür, Türkiye’de ünlü bir hekimdir. Şimdi kendini fotoğraf sanatına verdi. Ayrıca kendisinin hazırladığı çok ayrıntılı bir Paris rehber kitabı var. Onun için bu gezimde kendimi Ömür çiftine teslim ettim.
Paris’in en eski lokantalarından biri olan Le Polidor’la başladık. Mekânın kuruluş tarihi 1845. Woody Allen’ın ünlü filmi ‘Midnight in Paris’ (‘Paris’te Gece Yarısı’) burada çekilmişti. Tüm ününe rağmen müşteriler arasında hemen hemen hiç yabancı yoktu. Onun için havada sadece Fransızca kelimeler uçuşup duruyordu. Turistsiz lokantalar daha sahici oluyor nedense!
Duvarlardaki dev aynaların üstüne günün mönüsü, önerilen yemeklerin adları yazılmıştı. Ortama tümüyle bir ‘eskilik’ hâkimdi. Sanki bir asır öncesinin Paris’inde yemek yiyor gibi hissettik.
Les Deux Magot
Kurbağa bacağı fotoğrafını koymaz olsaydım
Bu küçük lokantalarda önden gelen kıtır kıtır baget’lere hiç dayanamıyorum. Tuzlu tereyağını sürüp yemeye doyum olmuyor. Aslında ekmek, tereyağı, biraz peynir, bir-iki bardak şarap benim için yeterli. Bana sorarsanız bu mönü ziyafet gibi bir şey. Ama dostlarımın bu kadarla asla izin vermeyeceklerini biliyorum.
Mönüde Paris mutfağının tipik yemekleri sıralanmış. Yemeğe kaz ciğerli mercimek çorbasıyla başladım. Ardından soğanlı sosis istedim. Arkadaşımın ısmarladığı kurbağa bacağından da bir tane aldım.
Kurbağa bacağını yıllar önce Doğan Hızlan ve rahmetli Adnan Semih’le birlikte yemiştik. O günden beri buldukça yerim. Bıldırcın budunu anımsatır bana. Kimileri de tavuğa benzetirler tadını. Şimdi moda ya! Kurbağa bacağının fotoğrafını çekip, Instagram hesabıma (@damakcatlatan) koydum. Bu kadar eleştirileceğimi bilseydim koymazdım! İnsanların kurbağa bacağı yenmesine bu denli karşı çıkmalarına bir anlam veremedim. Le Polidor’daki aşırı lezzetli yemeği, ‘tarte tatin’le (‘elmalı turta’) noktaladım.
Paris’teki bir başka öğünü de Le Grand Colbert’de yedim. Yüksek tavanlı, zemini çini döşeli, duvarlarında heykeller olan bir başka brasserie. Bu tür lokantalarda lezzet yerli yerinde oluyor ama insan o küçük masalara sığmakta güçlük çekiyor. Hele lokanta doluysa yan masadakiyle neredeyse kucak kucağa oturuyorsunuz! Le Grand Colbert’de önce istiridye, ardından jambona sarılmış kuzu böbreği yedim. Damağım muhteşem lezzetler karşısında şaşırıp kaldı.
Le Grand Colbert
Salyangoza tepkiyi anlayamıyorum
Lavina, Paris’te en sevdiğim dükkânlardan biridir. Bir şarap müzesini andırır. Dünyanın en pahalı şarapları özel bir bölümde sergilenir. Ben o bölüme girip birçoğunun şişesini okşamakla yetindim. Bu şarap mabedinin en üst katında küçük bir restoran var. Mönü az ve öz. Et ağırlıklı. Şarap mönüsüyse tahmin edeceğiniz gibi bir ansiklopedi kalınlığında. İnsan sayfaları çevirirken yoruluyor. Arkadaşım aynı zamanda şarabı en iyi bilen isimlerden biri. Bu konuda Türkçe yayımlanmış kitapları var. Onun için seçim işini ona devrettim.
Yemek yerine tadı çok baskın olmayan taze keçi peynirleri ısmarladık. Tabii çıtır çıtır ekmek dilimleri ve tereyağı... Bu mönüye uygun birkaç şarabı da ekleyince değmeyin keyfime.
Au Moulin à Vent’da et yemekleri ağırlıkta.
En favori mekânı son geceye bıraktık: Au Moulin à Vent. Parislilerin pek sevdiği bir mekân. Arkadaşımın dediğine göre burada birçok ünlü Fransıza rastlamak mümkünmüş.
71 yıllık geçmişi olan brasserie sade bir görünüme sahip. Mönüde geleneksel Fransa mutfağından örnekler var. Böyle olunca da et yemekleri ön plana çıkıyor. Burada başlangıç olarak salyangoz söyledim. Tabii izleyicilerim bu konuda da çok tepki verdiler. Oysa bu salyangozlar, bol tereyağı, sarımsak ve maydanozlu sosla öyle lezzetli oluyor ki! Salyangoza tepkiyi pek anlayamıyorum. Bahçelerdeki çiçeklerin, bitkilerin en taze yapraklarıyla beslenirler. Bir de tavukların neler yediğini düşünsenize!
Sonra da yanında ilikli kemikle servis edilen kalınca bir dana pirzola yedim. Tabii tabağın altına biriken lezzetli sulara banmaktan sepette ekmek bırakmadım.
Le Polidor’un elmalı turtası
Paris’te yemekten kalan boş zamanlarımda kaldırım kahvelerinde oturdum. Bunlar arasında en sevdiğim ünlü Les Deux Magot’dur. Saint-Germain-des-Prés’se, 1885’ten beri müşterilerini ağırlar. Kimler burada bir kadeh içki veya kahve içmemiştir ki: André Gide, Picasso, Hemingway, Sartre, Elsa Triolet, Simone de Beauvoir... Yıllar önce Paris’e ilk gelişimde ilk oturduğum kahve burası olmuştu. Burada sokağa hâkim bir masaya oturup geleni gideni seyretmek insana zamanın nasıl geçtiğini unutturur.
Paris bu mevsimde çok güzeldir. Gürültücü turistlerden arınmış, yemekler lezzetin doruğuna tırmanmış, sergilerle ve konserlerle donanmış, insana yaşama keyfi veren bir şehir haline gelmiştir. Aklınızda bulunsun!
Paylaş