Kapadokya’dan her dönüşümde bilgisayarımın başına oturup gerçek dünyanın bu masal diyarını yazmaya yeltendim ama beceremedim. Öylesine çok anlatılacak şey vardı ki, nereden ve nasıl başlayacağımı bir türlü kestiremedim.
Onun için yazmaktan hep vazgeçtim. Son kez gittiğimde Kapadokya beni yine büyüledi. Bu hafta bu büyüyü sizinle paylaşmaya gayret edeceğim. Umarım bu kez beceririm.
Kapadokya’nın adı konusunda eski yazarlar bir görüş birliğine varamamıştır. Bazıların göre bu isim, Kızılırmak Nehri’nin kollarından Kappadoce Suyu’nun adından türetilmiştir. Kimileri ise Farsça’dan geldiğini öne sürer. Bir başka görüşe göre, Pers Kralı Daryüs’ün üç dilde kazınmış bir yazısında bölgenin adı "Katpakuta" diye geçer. Bunun Pers dilindeki anlamı "Güzel Atlar Diyarı"dır. Benim aklıma yatan da budur.
Adı bile bu kadar masalımsı olan bu büyülü toprakları anlatmanın ne kadar zor olduğunu acaba bilir misiniz? Kayaların içine oyulmuş manastırları, kiliseleri, evleri, yer altı şehirlerini, peri bacalarını, bir başka gezegene benzeyen vadileri anlatabilmek için uygun kelimeleri yan yana getirebilseydim, bu yazıyı yıllar öncesinde yazmış olurdum. Bunu bugüne kadar bir türlü beceremedim.
Bu masal dünyasından her dönüşümde, masanın başına oturup yazıya nereden başlayacağımı uzun uzun düşündüm, gerilere gittim, yakın zamana geldim ama ilk cümleyi kuramadım. Anlatamam diye korktum hep. Örneğin renkler aklıma geldi. Boz, kireç beyazı, küf yeşili, kiremit kırmızısı, vişneçürüğü, kirli sarı... Bir de bunların güneşin ışıklarıyla oynaşırken büründüğü tonlar vardı. Hele güneş batarken kızaran vadileri nasıl tarif edebilirdim ki! Örneğin Elisee Reclus’nun şu tanımlamasını yapabilir miydim: "Bu heyulai sütunların binlerle ve binlerle hep birden, akşamın alacalı zamanlarında uzaktan görünüşleri, sanırsın ki karşında devler tarafından kurulmuş çadırlardan mürekkep korkunç bir ordugah var..." Bu muhteşem tanımlamalar cesaretimi kırsa da, bir kez daha denemek istiyorum. Yazmayı becersem de, asırlar öncesinden başlayan gerçek masalı bu kısıtlı yere sığdırabilir miyim acaba? Deneyeceğim...
OYUKLAR VE LABİRENTLER
Bölgedeki manastır hayatı yaklaşık bin yıl kadar devam ettikten sonra, Osmanlı’yla birlikte sona ermiş. Yine de Hıristiyanlık Osmanlı egemenliğinde varlığını sürdürmüş, Kapadokya kiliseleri 1923’teki mübadeleye kadar kullanılmış. Fransız din adamı Peder Guillaume de Jerphanion 1907’de bölgeyi ziyaret edinceye kadar, üç beş gezginin anlattıklarının dışında, Kapadokya dış dünya tarafından hiç bilinmiyormuş. Peder Jerphanion, yaşamının geri kalan kısmını bölgeyi keşfetmeye, kayalara oyulmuş kiliseleri, manastırları ve duvar resimlerini incelemeye adamış. Kapsamlı eserinin yayınından sonra Kapadokya şimdiki ününe kavuşmuş.
Aslında Kapadokya’daki kaya evlerinden ilk kez, MS 600 yılında yazılan "Aziz Hieron’un Hayatı" adlı eserde bahsediliyor. 10. yüzyılda yazılan, "Diyakoz Aziz Levon’un Hayatı"nda ise Kapadokya sakinlerinin yere ve kayalara oyulmuş labirentlerde, oyuklarda ve mağaralarda yaşadığı belirtiliyor. 18. yüzyılda bir kervanla Anadolu’yu kat eden Fransız gezgin Paul Lucas ise Fransız sarayına yazdığı mektupta izlenimini şöyle anlatıyor: "Birbirinden az çok uzak iki binden fazla piramit vardı. Önceleri bunların bazı ermişlerin evi olabileceğini düşündüm. Bana bu düşünceyi veren şey, piramitlerin üstündeki külahlar ya da Rum papazlarının taktığına benzer başlıklardı. Hatta bu başlıklardan bazılarını, kucağında bebek taşıyan Meryem’e bile benzettim. Bunlar bir insanın gözleriyle görebileceği en harika şeylerdi..."
KAPADOKYA MASALI
Bu masalsı toprakları masal diliyle anlatmaya kalkarsam sanırım şöyle bir metin ortaya çıkar: "Bundan 60 milyon yıl önce Toros Dağları yükseldikçe yükselmiş, ortaya tepelerinden alevler püskürten yanardağlar çıkmış. Bu dağlardan vadilere kızgın ateş ve kül yağmış. Zaman geçmiş, vadilerdeki lavlar soğumuş, lavlar kayalara dönüşmüş. Aradan geçen milyonlarca yılda nehirler ve seller, yumuşak ve gözenekli taşları oyarak, bölgede kanyonlar, koyaklar, vadiler meydana getirmiş. Yine milyonlarca yıldan beri esen rüzgárlar, bu kayaları aşındırarak inanılmaz uçurumlar, kıvrımlar, kuleler, koniler, dikilitaşlar, iğneler, dikitlere dönüştürerek burayı taş heykellerden oluşan bir açık hava müzesine çevirmiş.
Halk konik sütunlara peri bacaları adını takmış. Sonra yöre halkı kesici aletlerle bu peri bacalarına evler, ambarlar oymuş. Onları, Bizans döneminde işkenceden kaçan Hıristiyanlar ve din adamları izlemiş. Peri bacaları bu sefer oyularak, kilise, manastır ve ev haline getirilmiş. O zamanlar Kapadokya’da geniş bahçeler, kralın av sahaları ve çok güzel parklar varmış. Buranın katırlarının ünü ta Babil’e kadar yayılmış. Bu katırlar, Batı pazarlarında at fiyatına satılırmış. Ayrıca kuyruklarını sürüklemekte zorlanan koyunları da çok ünlüymüş.
Zaman geçmiş, Kapadokya’da çoğu duvar resimleriyle süslü 600’den fazla kaya kilisesi ve manastır oluşmuş. Kiliselerin en büyüğü olan Tokalı Kilise’nin duvarlarına 12 azizin, Meryem’in hamileliğinin, son yemekte İsa’ya ihanet eden Yudas’ın resimleri işlenmiş. Kiliselerin en küçüğü Elmalı’ya ise İsa’nın çarmıha gerilişi resmedilmiş. Karanlık, Çarıklı, Yılanlı, Saklı, Aziz Thedor, Sümbüllü, Elmalı, Azize Barbara kiliselerinin duvarları İncil’den sahnelerle süslenmiş."
MASALDA GEZİNMEK
Yüzlerce yıl öncesinde yaşamış insanların yarattığı uygarlıklar, Hıristiyanlığın ilk yıllarına kadar uzanan mistik bir atmosfer, baskılara karşı inancın direnişinin simgesi yeraltı şehirleri, kiliseler, manastırlarla süslü bu düşler ülkesi Aksaray’dan başlar, Nevşehir’den, Niğde’den geçer, Kayseri’de son bulur. Tüm bu topraklar tarihte de, bugün de Kapadokya diye bilinir. Ama bu bölgenin en güzel örnekleri, en şaşırtan manzaraları Nevşehir civarındadır. Ürgüp, Göreme, Ihlara Vadisi, Zelve, Avanos Kapadokya’nın en göz kamaştıran coğrafyasını barındırır.
Bölgenin en pitoresk köyleri Uçhisar ile Ortahisar’da, mağara evlerle delik deşik olmuş devasa kayaları gören insan kendini, "Yüzüklerin Efendisi" filminde sanır. Göreme Açık Hava Müzesi’ni gezerken göreceğiniz kiliseler sizi yüzyıllar öncesindeki din savaşları konusunda hayal kurmaya zorlar. Kızılçukur’daki düşsel görüntüler, özellikle günbatımında tüm vadinin kırmızıya boyanması, bir başka gezegene gitmişsiniz duygusunu yaşatır. Avanos’un Kızılırmak’la yüzyıllar önce kurduğu dostluğu izlemek insanı coşturur. Zelve’deki kaya evleri, orada yaşama hayalleri kurdurur. Derinkuyu ve Kaymaklı’daki yeraltı şehirleri, hiçbir masalda bulamayacağınız görüntüler sunar. Hele Derinkuyu’da derinliği 55 metre olan, sekiz katlı yeraltı şehri, odaları, yemekhaneleri, ibadet yerleri, depoları, ambarları, nereye uzandığı belli olmayan gizemli tünelleriyle gezenleri korkulu bir hayranlığa sürükler. Bir zamanlar bu şehirde 20 bin kişinin yaşadığını bilmek, insanın hayal gücünü bile zorlar.
İşte bunları, tüm detaylarıyla anlatmak çok zordur. Hele buraları gezerken hayallerinizi serbest bırakırsanız, işin içinden hiç çıkamazsınız. Yazıya başlarken, yörenin lezzetlerinden de bahsetmeyi aklıma koymuştum. Ama tahmin ettiğim gibi sayfanın sonuna geldim. Yörenin mutfak kültürünün geçmişi, Niğde, Nevşehir, Ürgüp, Göreme, Avanos’taki yemekler ve lezzet durakları haftaya kaldı.
Güzel atlar
Kapadokya masalında sahneye dört nala koşuşturan vahşi atlar da girer. Bunlar yazıtlarda adı geçen "Güzel Atlar"dır. Onları yazar Tarık Dursun K. şöyle anlatır: "Tüm vadiyi ince bir toz bulutu ile ayağa kaldırılmış gelen vahşi fakat her biri bir ceylan benzeri, kocaman ve sürmeli gözlü, kuyrukları havada, burun delikleri alabildiğine açılmış, solukları duman olmuş tüterek gelen atlar sürüsünü görebilirsiniz. O atlar Kapadokya atlarıdır. Güzel, vahşi, benzersiz Kapadokya atları..."
Teşekkür listesi
Kapadokya ile ilgili birkaç teşekkürü esirgemeyeceğim. İlk teşekkürüm, bölgeye çok sayıda kilise ve manastır yapılmasına ön ayak olan Kayseri Piskoposu Aziz Büyük Basileios’a. İkinci teşekkürüm ise bu hareketi devam ettiren Nyssalı (Nevşehirli) Gregorios’a. Manastır hareketinin önderlerinden olan Aziz Gregorios bir mektubunda şunları yazmış: "Bütün dünyada tek bir yer yoktur ki, Kapadokya kadar kilisesi olsun ve Tanrı’nın adı bu kadar yüceltilsin." Son teşekkürü de, tüm bu bilgileri ve daha fazlasını, hem Türkçe hem de İngilizce yayınlanan "Türkiye Uygarlıklar Rehberi"nde akıcı bir üslupla anlatan John Freely’e edeceğim.