Karavanlı turisti unuttuk

Avrupa’da her yıl milyonlarca insan karavanıyla tatile çıkıyor. Bunları nedense turizmle uğraşanlarımız görmezlikten geliyor.

Gerekli altyapı yatırımları yapılır ve bu duyurulursa, para harcamasını seven Avrupalı karavancılar direksiyonlarını Türkiye’ye kırmakta tereddüt etmeyeceklerdir.

Hiç karavanla yolculuk ettiniz mi? Etmediyseniz, bu tür yolculuğun ne kadar keyifli olduğunu bilemezsiniz doğal olarak. Düşünebiliyor musunuz, evinizin altında dört tekerlek var, onu istediğiniz yere yönlendirebiliyorsunuz, istediğiniz manzaraya karşı durup, içkinizi içip yemeğinizi yiyebiliyorsunuz, istediğiniz tepede, koyda, ormanda geceleyebiliyorsunuz. Böylesine özgür bir tatili başka nasıl yapabilirsiniz?

Bu hafta size hem karavanla nasıl tanıştığımı, hem de Türkiye’nin Avrupalı karavancıları ülkemize çekebilmek için neden her hangi bir girişimde bulunmadığını anlatacağım. Sayıları 3 milyonu geçen karavanla tatil yapan Avrupalı turistleri, Türkiye’ye getirebilmek için neler yapılması gerektiği konusunda önerilerimi sizlerle paylaşacağım. Önce "karavan aşkımın" nasıl başladığını anlatmak istiyorum. Daha önce de anlattığım öykü Alaska’da başladı. Fotoğrafçı arkadaşım Tamer Yılmaz’la çıktığımız yolculukta, bu ıssız ülkeyi daha yakından tanıyabilmek için karavan kiralamaya karar verdik. O güne kadar ne ben ne de Tamer karavanla yolculuk yapmıştık.

Anchorage kentinden kiraladık. Karavan, üç yataklı, otomatik vitesli bir araçtı. İçinde büyük boy bir buzdolabı, biri normal ve diğeri mikrodalga olmak üzere iki fırını, ocağı, çay-kahve makinesi, tuvaleti, her daim sıcak suyu akan duşu vardı. Isıtma ve soğutma, klima cihazı ile gerçekleştiriliyordu. Tamer ehliyetini Türkiye’de unuttuğu yolculuk boyunca koca arabayı kullanmak bana düştü. Depoyu doldurduktan sonra önüme çıkan ilk süpermarketin önünde durdum. Gerekli yol haritaları, yiyecek, içecek derken alışveriş arabası tepeleme doldu: Çeşit çeşit ızgaralık et, bol bol salata malzemesi, su, süt, kahve, pirinç, makarna, sıvı ve katı yağ, baharatlar... Yani bir ev mutfağında ne bulunması gerekiyorsa hepsi alınmıştı. Kırsal kesimde başımıza ne geleceğini bilemediğim için de alışverişi bol tutmuştum.

BUZLARLA KAPLI ÇÖL

Önce direksiyonu ülkenin güneyine kırdım. Hedefte, vahşi yaşamın en güzel örneklerini barındıran Kenai Ulusal Parkı vardı. Alaska’da asfalt yol sayısı pek fazla değildi. Haritada otoyol diye görünen yollar bile toprak veya stabilizeydi. Onun için hız yapmanın olanağı yoktu. Birkaç saat yol aldıktan sonra önümüze yarısı buzlarla kaplı bir göl çıktı. Karavanı manzaranın en güzel olduğu bir köşeye çektim. Araba kullanmadığı için mutfak işlerini üstlenen Tamer hemen kahveyi hazırladı. Arkadaki yatak-koltuklara uzanıp, manzarayı seyrederek kahvelerimizi içtik.

İşte o an karavanın ne kadar keyifli bir araç olduğunu kavradım. Yemek yemek, bir şeyler içmek için yer aramaya gerek yoktu. Canın nerede istiyorsa, orası hem lokanta hem kahve oluyordu. Tekrar yola koyulduk. Kenai’ye yaklaştığımızda öğle olmuştu. Yoldan ayrılıp ormanlık bir alana girdik. Meydanlık bir yerde durup, yemek hazırlığına başladık. Öğle için makarna ve salata yeterliydi. Masayı çimenlerin üstüne kurup, karnımızı doyurduk. Yemekten sonra da yataklarımıza uzanıp, kısa bir şekerleme yaptık.

Kenai Ulusal Parkı oldukça büyüktü. Bir günde gezip tüketmek mümkün değildi. Akşamın geç saatlerine kadar kah karavanla, kah yürüyerek mümkün olduğunca çok şey görmeye çalıştık. Haziran ayının ikinci haftası orada olduğumuzdan hava güneşli, her yer yemyeşildi. Ayrıca güneş batmak da bilmiyordu. Gece yarısına doğru gökyüzü mor renge bürünüyor, birkaç saat sonra güneş tekrar yükselmeye başlıyordu.

TAMPONUMUZDA KAŞINAN AYI

Akşamın geç saatlerine doğru bir karavan parkında mola verdim. Tamer, etraftan topladığı odunlarla mangalı yaktı. Ben de güzel bir salata yaptım. Daha sonra, dana pirzolalarını yatırdığım sostan çıkartıp, ızgaranın üstüne dizdim. Ben onları altüst ederken, Tamer kaşla göz arasında patates kızarttı. Tüm bunların yanına, bir de Zinfandel üzümünden kırmızı Kaliforniya şarabı açınca masanın dekoru tamam oldu. Böylesine keyifli bir akşam yemeğini çok az yerde yedim dersem yalan olmaz.

Sonra etrafı toplayıp, kuş seslerini, ayı homurtularını dinleyerek uyumaya çalıştık. Ulusal parkta kaldığımız birkaç gün hep böyle geçti. Canımız nerede isterse kampımızı orada kurduk, dilediğimiz yemekleri yaptık, hoşlandığımız manzaraları seyrettik. Yani karavan sayesinde vahşi doğada lüks içinde yaşadık. Sadece bir sabah, deprem oluyor diye yataktan fırladım. Araba beşik gibi sallanıyordu. Pencereden bakınca korkum bir kat daha arttı. Alaska’nın ünlü ayılarından biri, arabanın tamponuna sürtünerek sırtını kaşımaya çalışıyordu. Ayağa kalkınca boyu iki metreyi aşan bu dev ayı, arabayı neredeyse devirecekti. Neyse ki kaşınması fazla uzun sürmedi.

KARAVAN PARKLARI

Kenai Parkı’ndan sonra başka rotalara saptık. Her karavan parkı tam teşekküllü olmadığı için, iki günde bir büyük parklarda konaklıyorduk. Buralarda, tuvalet tanklarını boşaltıyor, eksilen suyumuzu tamamlıyor, çamaşırımızı yıkıyorduk. Hayatımın en büyük karavanlarını buralarda gördüm. Kimi TIR’dan, kimi otobüsten, kimi kamyondan karavan yapmıştı. Hiçbirinin dayalı döşeli apartman dairelerinden farkı yoktu. Karavanlarda mutlaka bisiklet, motosiklet, kayık gibi yardımcı ulaşım araçları da bulunuyordu. Kamp yerinden kente alışverişe veya gezmeye gitmek için bunlar kullanılıyor, göllerde ve ırmaklarda kayık sefası bile ihmal edilmiyordu.

Kamplarda esas eğlence akşamları oluyordu. Kamp hoparlöründen, hangi karavanın parti düzenlediği, herkesin davetli olduğu anons ediliyordu. Mangalını, yemeğini, içkisini kapan o karavanın olduğu bölüme gidiyor, hep beraberce yenip içilip danslar ediliyordu. Karavancıların hemen hepsinin, orta yaşı çoktan geride bırakmış emekliler olduğu dikkatimi çekti. Daha sonra, ABD’de gezgin nüfusun büyük bölümünü emeklilerin oluşturduğunu, bunların çoğunun da karavancılığı tercih ettiğini öğrendim. Hatta evini satıp, parayı karavana yatıranların sayısının oldukça kabarık olduğu da verilen bilgilerin arasındaydı.

EN KRAL VAHŞİ SOMON

Karavanla Alaska’nın yollarında dolaşıp durdum. Dünyanın en yüksek dağı Mckinley’in eteklerinde park edip, ona övgüler düzdüm. Kimi zaman Eskimo köylerinde konakladım, kimi zaman azgın ırmakların kıyısında, somon balığı avcılarına komşuluk ettim. Burada yeri gelmişken, Alaska nehirlerinin soğuk sularında yakalanan vahşi somonu anlatmadan geçemeyeceğim. Somon mevsiminde Alaska’da, çoluk çocuk bu balığı konuşuyordu. Yarışmalar düzenleniyor, somon şampiyonları, somon güzelleri seçiliyordu. Bir defasında, küçük balıklar için nehre sallandırdığım oltama kocaman bir somon takılmış, ama ince misinam onun ağırlığına dayanamayıp kopmuştu. Vahşi somonun, kırmızıya çalan etinin tadına bakan, başka somona rağbet etmezdi.

O gezimden sonra, karavan ve özgürlük kelimelerini hep yan yana kullandım. Nerede frene bastıysam mahallem orası oldu. Sıkıldığımda gaza basıp, başka görüntülerin peşine düştüm. Yukon Nehri kıyısında kartalların kanat vuruşlarını seyrettim, Kutup çizgisini geçip, tundraların yalnızlığını gözledim.

Şimdilerde bir karavan yolculuğunu öylesine özledim ki anlatamam. Aklıma geldikçe burnumun direği sızlıyor, yüreğim güm güm atıyor. Hem Avrupa’da hem Amerika’da güzergahlarım hazır. Rotamı çizdim, zamanı bekliyorum. Kanatlanıp gideceğim özgür uzun zamanları.

Karavancıları Türkiye’ye çekecek tanıtım neden yok?

Türkiye’yi yurtdışında tanıtmak için verilen ilanlara baktığımda, bunların arasında karavancılara yönelik hiçbir tanıtımın yer almadığını hayretle görüyorum. Erişebildiğim bilgilere göre, Avrupa’da her beş aileden üçünde çekme karavan, her beş aileden birinde de motor karavan var. Ve her yıl üç milyon Avrupalı karavanıyla tatile çıkıyor. Acaba böylesine bir potansiyeli ülkemize doğru yönlendirmek için herhangi bir gayret sarf edilemez mi?

Karavanıyla gezen turist, "her şey dahil" anlayışının aksine para harcayan turisttir. Benzine, yiyeceğine, içeceğine, suyuna, elektriğine, kaldığı kampa para öder. Yani bereketli bir gezgindir. Ama gittiği yerde ihtiyaçlarını giderebileceği, güvenli karavan kampları ister. Türkiye’deki karavan kamplarının çok yetersiz olduğu, bu işlerle uğraşanların malumu. Halbuki Turizm Bakanlığı bu konuyu teşvik etse, Türkiye’nin dört bir yanında Batı standartlarında kampların açılmasına ön ayak olsa ve bu kampların varlığını duyurabilse, Avrupalı karavancılar direksiyonlarını Türkiye’ye doğru kırma konusunda tereddüt etmeyeceklerdir. Bu kampların kurulması sayesinde Türkiye’de 500’ü bulan yerli karavancıların sayısı da mutlaka birkaç misli artacaktır. Günün birinde bir karavan yolculuğu yapmanızı hararetle öneririm. O zaman sizin de benim gibi bir "karavan aşığı" olacağınızdan hiç kuşkunuz olmasın.
Yazarın Tüm Yazıları