Dağları, gölleri ve köyleri ile bir kartpostalı andıran İsviçre’ye bu kez caz dinlemeye gittim. Boğazlar Anlaşması’nın imzalandığı Montreux’de her dakika cazı soludum. Katı kuralları olan ülkenin, bir ay boyunca nasıl hoşgörülü olabildiğine şahit oldum.
Leman Gölü’nün çevresinde bu kaçıncı yolculuğum acaba? Bir, iki, üç... Bunca yıl, üçten fazla gitmişimdir mutlaka! Hep aynı güzellik. Aslında ne bir eksik ne bir fazla. Her şey yerli yerinde. Değişen bir şey yok. Hep aynı duygudur hissettiğim: Bir kartpostalın içinde dolaşıyorum sanki. Cenevre’den Vevey’e giden trenin penceresinden akıp giden manzaraya bıktıkça, Nazım Hikmet geliyor aklıma. O da İsviçre’yi bir tren penceresinden seyretmiş ve dizeleri alt alta sıralamıştı. "İsviçre oyuncak bir memleket/ dev dağlarla karışık./ Dev dağlar gülüm/ çocukluğumun dağları/ Tobler çikolatasının./ Uzaklardan gelen sütlü bir tat ağzımda/ ve çocukluğumu hatırlamanın kaderi/ düğümlendi boğazımda..."
Leman gölü sakin, çarşaf gibi. Alplerin laciverti ile bulutların beyazı yansımış mavi sulara. Bir kuzgun, kanat çırpmadan gölün üstünde süzülüp duruyor. Kuş olmak geçiyor içimden. Kuzgunu kıskanıyorum. Rüzgar yok ama kırmızı yelken şişmiş, küçük tekneyi sessizce kaydırıyor. Beyaz kuğular, nazlı nazlı süzülüşleriyle kıyıdakilere poz veriyorlar sanki. Peşlerinde, ürkek yeşil başlı ördekler var. Salkım söğütlerin gölgesindeki evler, düşlerimde bile göremeyeceğim kadar güzel. Karşı kıyılar başka bir ülke: Fransa’nın yeşil köyleri görülüyor ayan beyan. Manzara etkileyici. Etkilenen ben değilim yalnızca; Yahya Kemal Beyatlı, "Siste Söyleniş" şiirinde, İstanbul’un güzelliğini anlatabilmek için bu göllerin güzelliğini örnek vermemiş miydi? "Benzetmek olmasın sana dünyada bir yeri/ Eylül sonunda böyledir İsviçre gölleri." Ya buralara bundan bir asır önce gelen Ali Kemal’e ne demeli? O da görüntü karşısındaki duygularını şu kelimelerle anlatmaya çalışmamış mıydı: "Bir taraftan göl, nehir, o pak sular, bir taraftan o yüce, kah karlı, kah berrak, kah dumanlı dağlar henüz açılmamış zihnimi, fikrimi nurlarla dolduruyor, gönlümü vecde getiriyordu..." Görüntüye gönlünü kaptıran tek ben değilim anlayacağınız. Görseydiniz eminim sizin gönlünüz de bir yaprak gibi titrerdi.
YOKUŞLAR KENTİ
Swiss Havayolları ve Montreux Turizm Ofisi’nin davetlisi olarak, bu yıl 42’ncisi düzenlenen caz festivaline gidiyordum. Cazla tanıştığımdan beri gitmek için yanıp tutuştuğum bir festivaldi bu.
Konser heyecanını bastırmak için önce Lozan’da bir tur attım. Biraz yorucu bir gezinti oldu bu tur. Çünkü Lozan yokuşlar kentiydi. Bir yerden diğer bir yere gidebilmek için, bu dik yokuşları tırmanmak zorunda kalıyordunuz. Yokuşa bir de sıcak eklenince, soluk soluğa ve terli bir gezinti oluyordu bu tırmanışlar. Yokuşları bitirip, göl kıyısına indiğimde bacak kaslarımın titrediğini hissediyordum.
Hem yorgunluk kahvesi içmek, hem de Türkiye’nin kaderinin çizildiği salonu görmek için Beau-Rivage oteline gittim. Sarı güneşlikleriyle görkemli bir oteldi. Lozan anlaşmasının imzalandığı salon, restorana dönüştürülmüştü. Salonun ortasındaki bir masaya oturup, imza törenini düşlemeye çalıştım.
Çevre tanıma gezintilerini bitirip, Vevey’in tepelerindeki otelime doğru giden trene bindiğimde iyiden iyiye yorulmuştum. Raylar bağların arasından yukarı çıkıyordu. Bu asmaları, bundan 800 yıl önce keşişler dikmişti. Tepenin bütün yamacını kaplayan bağlardaki Chasselas, Müller-Thrgau, Sylvaner, Pinot Blanc, Pinot Gris, Chardonnay üzümleri, karşıdaki muhteşem manzarayı seyrederek tanelerini lezzetli şıralarla dolduruyorlardı.
Otelimin adı hiç de yabancım değildi: Le Baron Tavernier. 17. yüzyılda yaşamış ünlü Fransız gezgin Jean-Baptiste Tavernier’nin, bir zamanlar yaşadığı evin yerine yapılmış bir oteldi. Odama çıkıp, balkonun kapısını açınca gördüklerim karşısında vuruldum kaldım adeta. Karşımda muhteşem bir manzara vardı. Zirvelerinde beyaz bulutların oturduğu Alpler, onların eteklerinde mavi Leman Gölü, kırmızı kiremitli küçük köyler, üzüm bağları... Yemekten sonra balkona çıkıp karanlık gökyüzünde parıldayan yıldızlara dalıp gittim. Uykuya çekilinceye kadar üç tane yıldızın kaydığını gördüm.
ZENGİN PROGRAM
Uyandığımda güneş çoktan yüce dağların ardından sıyrılıp, gölün mavi sularında yıkanmaya başlamıştı bile. Bir acele giyinip, soluğu Montreux’de aldım. Yoğun bir program beni bekliyordu. Bu küçük kentte düzenlenen caz festivali, uzun yıllar rüyalarımı şenlendirmişti. 42’ncisi düzenlenen festivalde, dünyanın en ünlü caz sanatçıları sahneye çıkmıştı. Bu yıl da program oldukça zengindi: Gary Moore, Buddy Guy, Leonard Cohen, Paul Simon, Roberta Flack, David Sanborn, Herbie Hancock, Chaka Khan, Marcus Miller, Deep Purple... Bunlar tanıdıklarımdı. Bir de adını bilmediklerimin oluşturduğu uzun bir liste vardı. Bir de caz ustası Quincy’s Jones’un 75. yaş günü kutlamaları için gelecek olanları sayarsak: Petula Clark, Al Jarreu, Nana Mouskouri, James Morrison. Caddelerde her an bir ünlü müzisyenle çarpışabilirdim anlaşılan.
20 bin nüfuslu Montreux, Temmuz ayında dünyanın dört bir yanından gelen caz severlerin hücumuna uğruyordu. Otellerde yer bulunmuyor, kahvelerde omuz omuza oturuluyor, lokantalarda neredeyse 24 servis yapılıyor, taksi bulmak dünyanın en zor işine dönüşüyordu. Caz her yerdeydi. Amatör guruplar parklarda, daha profesyoneller özel sahnelerde, şöhretler ise iki büyük salonda konser veriyorlardı. Akşam olunca kentin üstünde notalar uçuşmaya başlıyordu. İsviçre’nin katı kuralları, festival sırasında Montreux’de bir kenara bırakılıyordu.
TEPEDEKİ EV
O gün festivalin kurucusu Claude Nobs’un evine davetliydim. Bu herkese nasip olan bir davet değildi. Bu ayrıcalık beni epey heyecanlandırdı. Araba, daracık yoldan döne döne Montreux’nün yaslandığı tepeye tırmandı. Tırmandıkça kent küçüldü, göl büyüdü. Ucu bucağı göründü. Zirvede, balkonunda gerçek boyutlarda bir inek heykeli bulunan evin önünde durdu. İçeride kalabalık bir davetli topluluğu vardı. Müzeye dönüşmüş odalara girip çıkıyorlardı. Bunlar gazeteciler, müzik yazarları, konser için gelen müzisyenlerdi. Duvarlarda ve masaların üstünde Nobs’un, oyuncak, gitar, fotoğraf, afiş, resim, gitar, müzik dolabı koleksiyonları sergileniyordu.
Her köşede bir ünlünün izine rastlıyordum: B.B. King, Keith Jarret, Herbie Hancock, David Bovie, İsaac Hayes, Joe Cocker, George Benson, Miles Davis, Ray Charles... Kiminin gitarı, kiminin saksofonu, kiminin imzalı fotoğrafı. Bahçedeki barda, ardı ardına en nadide şampanyalar patlıyor, en kaliteli şaraplar konuklara sunuluyordu. Claude Nobs’u, arkadaki ikinci evde bulabildim. 73 yaşında, beyaz saçlı, genç görünümlü bu caz hastasının Türkleri çok sevdiği kulağıma fısıldanmıştı. Çünkü genç yaşlarda New York’a giden Nobs’un elinden Nasuhi Ertegün tutmuş, onun aracılığı ile bir çok ünlü caz sanatçısıyla tanışmıştı. 31 yaşındayken ilk caz festivalini düzenleyen Nobs’a, Ertekün kardeşler desteklerini esirgememişlerdi.
TÜRK YOĞURDUNA ÖVGÜ
Claude Nobs, bir yandan benimle konuşuyor, bir yandan da elindeki tabaktan kaymaklı Türk yoğurdunu kaşıklıyordu. Arada bir konuklarına, Türk yoğurdunun havyardan daha lezzetli ve kıymetli olduğunu söylemeyi de ihmal etmiyordu. Konser saatine kadar dağın tepesindeki cennette kaldım. Caz sohbetlerinden arda kalan zamanlarda kah şezlonga uzanıp, yamaçlarda otlayan sürülerin çanlarından çıkan sesleri dinledim, kah Leman Gölü’nün maviliklerine daldım, kah karşı dağlarda biblo gibi görünen köylerle ilgili düşler oluşturdum.
Daha sonra kente inip, kalabalıklarla birlikte omuz omuza konser salonuna gittim. 70’ine merdiven dayamış Paul Simon sahnede görünür görünmez salonun nasıl ayaklandığını izledim. Anılarımı süsleyen şarkıları söyledikçe coştum, alkışladım, ıslık çaldım, dans ettim. Ezbere bildiğim şarkılarda ona eşlik ettim. İki saat boyunca gençliğime gidip, geldim. Onu, "dünyayı biçimlendiren 100 kişiden biri" seçen Time Dergisi’ne bir kez daha hak verdim.
Konser bitiminde Harry’s Bar’a gidip, konserden çıkan sanatçıların doğaçlama müziklerine eşlik ettim. Otelime döndüğümde, benim aynı ben olmadığımı hissettim.
Ertesi gün, caz notalarını geride bırakıp, Montreux’den ayrılmak çok zor geldi bana.