Paylaş
İlk seferinde kısacık bir kalıştan sonra, ‘Bulutlara Giden Tren’e binmek için Salta kentine geçmiştim. O seferden aklımda bir şey kalmamıştı doğal olarak. Arjantin’in başkentine ikinci gelişimde, kentle biraz daha çok haşir neşir olabilmiştim.
İkinci gelişimde, saçak altlarında koşturduğumu anımsıyorum. Çünkü yağmurla saklambaç oynamak zorunda kalmıştım. Kara bulutların ani baskınları yüzünden sokaklarda yürüyememiş, meydanlarında tembelliğin tadını çıkaramamıştım.
Buenos Aires’in kıyılarındaki uçsuz bucaksız çamurlu suyu, önce deniz sanmış sonra bu su kütlesinin, Rio de la Plata Nehri’nin kocaman ağzı olduğunu öğrenince şaşırmıştım. Oysa kentin, denizden 240 kilometre uzakta olduğunu okumuş ve unutmuştum.
Kentin adını, Güney Amerika’ya ‘bir vatan getiren’ İspanyol gemicilerin koyduklarını ikinci gelişimde öğrenmiştim; ‘St. Maria del Buen Aire / Güzel Hava Azizi Maria.’ Burada ‘güzel hava’ demekle, ‘fırtınasız-dingin’ bir hava kastedilmişti galiba.
Son gidişimde artık kent hakkında birçok şeyi biliyordum. Yani bir şeyleri görme telaşına kapılmadan, tembelce bir gezintinin tadını çıkartabilirdim. Öyle de yaptım.
Rahat, uzun, yorucu
Buenos Aires’e THY ile gittim. Rahat bir yolculuktu. Business Class’ta yatak olan koltuklar, lüks restoranları aratmayacak zengin bir mönü, vizyon filmlerini seyir imkânı, müzik, eğlence... Vakit geçirmek için her şey mevcuttu anlayacağınız. Yolcuların büyük çoğunluğu yabancıydı. Hostesler de olmasa kendinizi yabancı bir havayolunda sanabilirdiniz.
Ben soğuk başlangıçlardan sonra hamsili pilav, ardından nefis bir tatlı yedim. İki film izledim. Sonra uyudum. Uyandığımda yolculuğun bitmesine hâlâ 6 saat vardı. Yine film izledim, kitap okudum, çay içtim, yürüdüm, arkadaşlarımla çene çaldım. Tüm bunlar bittiğinde 4 saat yolumuzun kaldığını görünce biraz moralim bozuldu. Uyumaya çalıştım ama uyku tutmadı.
Uçak önce Brezilya’nın Sao Paula kentine indi. Arjantin’e gidecekler uçakta kaldı. İki saatlik bekleyişten sonra yeniden havalandık. 2,5 saat sonra da Buenos Aires’e vardık. Her türlü konfora rağmen, yorucu bir yolculuktu.
Onlar Latin, biz Avrupalı
Havaalanından otelimin bulunduğu kent merkezine giderken, yolun kıyısındaki manzaralar tanıdıktı: Teneke gecekondular, damlarında demir filizlerinin göründüğü yarım binalar, ağaçlar arasına gerilmiş iplerde uçuşan çamaşırlar, çamurlu sokaklar. Demek ki aradan geçen üç seneye rağmen değişen pek bir şey olmamıştı. Merkeze doğru yaklaştıkça fakir görüntüler yerini zenginliğe terk etti. Bu kez, birbirini dikine kesen caddeler, modern gökdelenler, yemyeşil parklar, geniş bulvarlar görüntüye girdi. 140 metre genişliğindeki ‘9 Temmuz Bulvarı’nı bir kez daha geçerken, yanımdaki arkadaşa buranın dünyanın en geniş bulvarı olduğunu söyledim.
Sonra tıkanan trafikte, adım adım giden otobüsün penceresinden geleni geçeni seyrettim. Güzel kadınlar, kentin süsü yemyeşil parklar, lüks binalar, köpek gezdirenler yerli yerinde duruyordu. Tıpkı üç yıl öncesinde olduğu gibi. Ülkenin ekonomisinin iflas etmesi, günlük yaşamı çok etkilemişe benzemiyordu.
Arjantinlilerin, Brezilya, Bolivya, Paraguay, Küba ve diğer Latin ülkeleri gibi ‘melez, yoksul, komünist’ olmadıklarıyla övündüklerini biliyordum. Onlar kendilerini, Güney Amerika’da yaşayan ‘Avrupalı’ sayıyorlardı. Aslında kente şöyle bir baktığınızda, Buenos Aireslilerin bunda pek haksız olmadıklarını anlıyordunuz; geniş ve temiz parkları, şık kahveleri, lüks restoranları, barları görünce insan kendini Paris’te, Londra’da, Roma’da, Madrid’de sanıyordu. Binalarda Avrupa’nın etkisi ayan beyan görülüyordu. Kimi Londra’daki bir gara, kimi Paris’teki bir tiyatro binasına, kimi Roma’daki bir anıta benziyordu.
Tangonun doğduğu yer
Önceki gelişimde Buenos Aires’teki keyifli mahalleleri keşfetmiştim. Kent 47 mahalleden oluşuyordu ama tümünü görmeye gerek yoktu. Karakterini yansıtan birkaç mahalleyi tanımak yeterliydi. Palermo, Recoletto, Retiro, San Nicolas, Monserrat, San Telmo ve La Boca kentin ruhunun saklandığı yerlerdi.
Önce, geçen geziden tadı damağımda kalan La Boca’ya gittim. En yoksul, en renkli semtti. İtalyanca ‘ağız’ anlamına geliyordu ismi. İlk semtlerden biriydi. Başta İtalyanlar olmak üzere ilk göçmenler, gemilerden buraya inmişti.
Caminito adlı mahallede kendilerine teneke evler yapmışlar, burada yaşama tutunmaya çalışmışlardı. Tango bu sokaklarda doğmuştu. Tango tarihinin ünlü kahramanları bu sokaklarda beste yapmış, kavga etmiş ve ölmüştü. Ernasto Panzio, Rosendo Mandizebal, Osvaldo Pugliese, Vicento Greco, Everisto Carriego, Pascual Contorsi, Carlos Gardel ve diğerleri bu sokaklardan çıkıp, tango tarihinde hak ettikleri yerleri almışlardı.
Kabadayılar ve fahişeler de bu sokaklarda, yoksulların olmayan paralarına göz dikmiş ve birçok hayatı söndürmüştü.
Servet hayalleriyle geldikleri semtte, diz boyu yoksulluğa batan İtalyan köylülerinin kaldıkları evler ve oteller, şimdi allanıp, pullanıp, rengârenk boyanıp turistik mahalleye dönüşmüştü. Bu evleri ilk kez Basito Quinquella Martin adlı bir ressam boyamıştı. Martin’in amacı, teneke evleri renklendirerek yoksul görüntüyü biraz olsun silebilmekti. Onu diğer ressamlar izledi. Ondan sonra da Caminito hep rengârenk oldu. Caminito’da yoksul yaşam hâlâ sürüyordu. Semt sakinlerinin kimi hediyelik eşya satarak, kimi tango yaparak nafakalarını çıkarmaya çalışıyordu. La Boca’da futbol her şeydi. ‘La Boca Junior’ın galibiyeti onlara her şeyi unutturuyordu.
Gördüğüm kadarıyla üç yıl içinde semtte hiçbir şey değişmemişti. Sanırım tek değişiklik, meydanda turistlerle fotoğraf çektiren Maradona’nın benzerinde olmuştu. O da gerçeği gibi şişmanlamış, köşe yastığına dönmüştü. Geçen gelişimde semti sokak sokak gezdiğim için bu sefer kendimi yormadım. Rengârenk bir duvarın önündeki rengârenk bir banka oturup, biraz ilerimde çalan sokak tangocularını dinleyerek, asırlar öncesinin umutlarını ve düş kırıklıklarını uzun uzun düşündüm.
Kentin bohemi
La Boca’dan sonra kentin bohemi San Telmo’ya gittim. Bu mahalleyi geçen geldiğimde çok sevmiştim. Yürüdüğüm sokakları, pasajları görür görmez hatırladım. Sanatçıların atölyeleri, antikacıların sıralandığı pasajlar, küçük butikler, kahveler, barlar... San Telmo baştan aşağı Paris kokuyordu. Pasajlar bir anılar müzesini andırıyordu. Eski gazete koleksiyonları, cep saatleri, kılıçlar, düğmeler, rozetler, kim bilir kimin yakasını gururla süslemiş madalyalar, kime destek olduğu bilinmeyen bastonlar... Tezgâhlarda sergilenenler eşya değil birer yaşamöyküsüydü.
Dorrego Meydanı’nda, kahvemi yudumlarken, San Telmo’da zamanın ilerlemediğini hissedebiliyordum. Kahvenin önününe siyah fötr şapkalı üç yaşlı adamla, aynı yaşlarda bir kadın geldi. Adamların siyah takım elbiseleri, çok giyilmekten ve ütüden pırıl pırıl parlıyordu. Kadın, derin yırtmaçı olan kırmızı bir kadife elbise giymişti. Elbisesinin altına giydiği siyah file çorabı yer yer kaçmıştı. İki adamdan biri bandoneon diğeri ise keman çalıyordu. Üçüncüsü kadını kollarının arasına alıp, müziğin eşliğinde döndürmeye başladı.
Kentin her köşesinde rastlayabileceğiniz bu sokak tangocuları, kendilerini izleyen turistlere, birkaç kuruş karşılığında öfkenin, kıskançlığın, intikamın, ölesiye aşkın tarihini anlatmaya çalışıyordu. Uzatılan şapkaya ben de bozuk pesolarımı attım.
Mate tutkusu
Buenos Aires’te beni şaşırtan görüntülerden biri de yuvarlak bir kabın içinden, kalınca çubukla bir şeyler içenler oldu. Hangi tarafa baksam, bunu içenleri gördüm. Daha sonra bu tutkunun adının ‘mate’ olduğunu öğrendim. Paraguay’da biten bu ot, Arjantinli’nin en büyük tutkusu haline gelmişti. Ağzı açık top gibi bir kabın içine bu ottan birkaç tutam konuyor, üstüne sıcak su dolduruluyordu. Bir süre demlendikten sonra bu içecek, ucu çay süzgeci gibi delikli bir çubukla içiliyordu. Kabın cinsi, bağlı olunan sınıfa göre değişiyordu. Zenginler gümüşten, yoksullar ise küçük balkabağından yapılma kapta matelerini demlendiriyorlardı. Ben de bu içeceği tattım. Buruk-acı bir tadı olan mateye, bu kadar düşkün olmalarına anlam veremedim.
Paylaş