Paylaş
Moskova’yı daha uzak sanıyordum, değilmiş. Uçakla 135 dakika. İlk gidişimde Rusya, komünistti. Adı bile başkaydı: Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği. Şimdi ise sadece Rusya. O zaman küçük, köhne bir havalanına inmiştim. Şimdi, kocaman, modern bir havaalanı ile karşılaştım.
İlk üç günümü Moskova turlarıyla geçirdim. Moskova Üniversitesi, Kızıl Meydan, renkli soğan kubbeleriyle Aziz Vasil Katedrali, Kremlin Sarayı, bir ağacın gölgesinde karısı Vera ile huzur içinde uyuyan koca şair Nazım Hikmet’i ziyaret...
Şehirde trafik hep arapsaçı. Nasıl olmasın ki! Dünyada ne kadar araba markası varsa, Moskova yollarında görmek mümkün. En lüks jipler, en lüks binek arabaları. Lüks otomobil galerileri yolun kenarına sıralanmış: Porche, Jaguar, Jeep, Mercedes, Cadillac... Onların yanı başında dünyanın en lüks mağazaları yer alıyor. Anlaşılan Rus halkı (tabii ki hepsi değil) lüksün zirvelerinde dolaşmaya başlamış.
Gemi üçüncü gün saat 17.30’da demir aldı, “Volga Ana” üstündeki yolculuk başladı... Herkesin elinde bir kadeh, rıhtıma veda ediyorlar. Balkonumda içkimi içerek, akıp giden kıyıları seyrediyorum. Ta ki karanlık basıncaya kadar.
Beş katlı ince uzun bir gemi bu. Eski Doğu Alman yapımı. Pırıl pırıl boyanmış. Odam ilk gün küçücük göründü gözüme. Karşılıklı iki yatak, arada bir masa var. Bir duvara dolaplar sıralanmış. Gardrop iki gözlü, yeterli büyüklükte. Banyo, tuvalet aynı mekanda. Aradaki perdeyi çekince ön bölüm tuvaletten ayrılıp, duşa kabin oluyor. Su sıcak, tazyikli. Havlular küçük.
İki ve üçüncü katlarda iki bar var. Barda internet çekiyor, çıkınca dünyadan kopuyorsunuz. Kokteyl ve içki listesi zengin. Ücretler makul.
ÇANI SÜRGÜNE GÖNDERİLEN UGLİÇ
Erken uyanıyorum. Pırıl pırıl bir hava var. Volga Ana sakin sakin akıyor. Gemi kendini akıntıya bırakmış gibi. O kadar sessiz gidiyor ki! Nehrin iki yakası da orman. Çoğunlukla kavak ve kızılçam. Zaman zaman mangal sefası yapan grupları görüyorum. Erkeklerin üstleri çıplak. Rus halk danslarını oynuyorlar. Votka şişelerini görebiliyorum ama dolu mu boş mu kestiremiyorum. Bu havada soyunduklarına göre çoğu boşalmıştır, diye düşünüyorum.
Volga, Avrupa’nın en uzun nehri. Rusya’nın tam kalbindeki Valday bataklığında, bir akağacın altındaki buz gibi bir pınardan doğup, Hazar Denizi’ne dökülüyor. Kat etiği yol tam 3530 kilometre. Ruslar bu nehre Volga Ana diyor. Bu nehir, efsanelerin, destanların, şarkıların kahramanı, Rus ruhunun ayrılmaz parçası.
Volga’da çıt çıkmıyor. Kıyıda, ağaçların arasında büyük villalar görünüyor. Rusların yeni Daçaları lüks ve modern, Amerikan evlerine benziyor. Balık tutanları görüyorum. Ne balığı acaba? Yanlarında şişeleri de var. Sorarsanız onlardan keyiflisi yoktur. Zaten yaşamdan keyif almanın parayla pek alakası yok. Yaşamayı bilmek lazım. İşte kıyıdaki adam. Yudum yudum yaşamın tadını çıkartıyor işte.
Öğleden sonra Ugliç şehrine yanaşıyoruz. Kıyıda, soğan kubbeli üç kilise karşılıyor gemiyi. Bu kiliseler çok iyi poz verdikleri için insan fotoğraf çekmeye doyamıyor. Ugliç, sürgüne gönderilen çanı ile meşhur. Çıkan bir isyanı kanlı bir şekilde bastıran Rus Çarı Korkunç İvan’ın subayları, isyancıların toplanmak için çaldıkları çanı da suçlu bulur. Önce çanın tokmağı sökülür, sonra Sibirya’ya sürgün edilir.
Rıhtımdan kentin meydanına giden yolun iki yanına, hediyelik eşya satan tezgahlar kurulmuş. İncik, boncuk, keten gömlekler, Matruşkalar, janjanlı şapkalar, daha bir çok ıvır zıvır. Kiliseleri gezip, tekrar gemiye dönüyorum. Hava sıcak, mayısa yakışan bir gün.
Gemi gün batarken rıhtımdan ayrılıyor. Yine Volga Ana’nın üstünde akıp gidecek. Bugün garip bir şekilde odamın genişlediğini fark ettim. Sanırım alıştıkça ve yerleştikçe ölçüler büyümeye başlıyor.
16’NCI YÜZYILIN GÜZEL MİMARİSİ
Nehirdeki ikinci günümüzde güneşli bir sabaha uyanıyoruz. Program kağıdında yazılana göre 23 derece olacakmış hava sıcaklığı. Erkenden Yaroslavl rıhtımına yanaşıyoruz. Burası Rusya’nın en eski kentiymiş. Kuruluş tarihi: 1010. Caddelerin kenarlarına 16 ve 17’nci yüzyılın en güzel mimarı örnekleri sıralanmış. Önce kültür, sonra ticaret merkezi olmuş. İngiliz, Alman, Hollandalı, İspanyollar mallarını buradan teknelere yükleyip, Volga aracılığıyla kıtanın içlerine göndermiş.
Rusya’nın ilk tiyatro binasının önünde duraklıyorum. Kapının yanındaki tabelada bir şeyler yazıyor ama tek harfi bile okuyamıyorum. Elimdeki rehber kitapta 1750’de yapıldığı yazıyor.
Bu gezideki kadar kiliseyi daha önce görmemiştim. Her yerden rengarenk bir soğan kubbe yükseliyor. Yaroslavl’da tam 77 Ortadoks kilisesi varmış. Bir o kadarı da 1917 Devrimi’nden sonra yıkılmış.
Volga’yı bir tepeden seyrediyorum. Yukarıdan bakınca görkemi belli oluyor. Uzaklarda fabrika bacaları yükseliyor. 600 bin nüfuslu bu kentte tam 110 fabrika bulunuyor.
Bir alışveriş merkezine giriyorum. İlk gözüme çarpan, çeşit çeşit lahana turşusu. Ağzım sulanıyor. Tatları nasıl acaba? Kasabın dolabı, paçalık domuz ayakları, tavuk kursağı, dil ile dolmuş. Bir tarafa da soslanmış tavuk butları yığılmış. Balıkçılarda taze balık yerine islenmiş balıklar sergileniyor. Havyar da var ama gerçek mi?
Ortadaki sebze bölümü daha zengin. Marulların tazeliği görünüşlerinden belli oluyor. Bir şey almadan çıkıyorum.
Bir kaç kilise, bir resim sergisi gezdikten sonra Volga’nın kıyısında gemiye doğru yürüyorum. Gençler paten yapıyor. Ne kadar da hızlılar! Düşseler bir yerleri kırılır mutlaka. Nehir üstündeki gemi trafiğine bakılırsa ticaret tüm hızıyla devam ediyor.
Gemi öğle üzeri halatları çözüyor. Akıp giden kıyıyı seyrederken ayaklarımın sızladığını fark ediyorum. Volga’yı iki yakadan sıkıştıran uçsuz bucaksız ormanlara dalıp gidiyorum. Huzurlu bir yolculuk.
Seyir halindeyken yolcular sıkılmasın diye bir çok etkinlik düzenlenmiş. Ben “Rus Çay Seremonisi”ne katılıyorum. Çıka çıka karşıma “semaverde çay nasıl demlenir” kursu çıkıyor. Sallama çaydan başka demleme tekniği bilmeyen yabancılar semaveri ilgiyle izliyor. İki Rus halk şarkısı dinleyip salondan ayrılıyorum.
Akşamüstüne doğru Beyaz Göl’e açılıyoruz. Deniz gibi uçsuz, bucaksız. Gölün üstü kıpır kıpır. Rüzgarla birlikte hava da soğuyor.
GÖLLER ARASINDA
Ertesi sabah gri, soğuk bir havaya uyanıyorum. Canım yürümek istemiyor. Gökyüzünün rengi her şeyin tadını kaçırıyor. Anlaşılan bugün Steinbeck ile başbaşa olacağım. “Köpeğim Charley ile Amerika Yollarında” çok keyifli bir kitap. Bitmesin diye cimrice okuyorum.
Kahvaltıdan sonra geminin baş aşçısı Korableva Anna ile tanışıyorum. Dört yardımcısıyla üç öğün yolculara yemek yetiştirmek ve beğendirmek için epey çaba harcıyor. Yemeklerin çok lezzetli olduğunu söyleyemem. Mönüde Rus mutfağından fazla bir şey yok. Olanlar da epeyce yorumlanmış. Nedenini soruyorum. Gemideki her milletten yolcuya hitap eden mönü hazırlamak zorunda olduklarını, hangi ülkenin grubu daha kalabalıksa onların mutfağına ağırlık verdiklerini anlatıyor.
Göller bölgesinden geçiyoruz. Gölleri, kanallar birbirine bağlamış, birinden çıkıp, diğerine giriyoruz. Bu bölüm nehir gezisi olmaktan çıktı. Yağmur bir boşalıyor, bir duruyor. Gri, soğuk, ıslak bir gün.
Gemi öğleye doğru Goritsi’ye yanaşıyor. Otobüslere doluşup, çevre gezisine çıkıyoruz. Köyün evlerinin hemen hepsi tahtadan yapılmış. Kimi sarı, kimi vişne çürüğü, kimi mavi boyalı. Pencerelerin dış yüzeylerini oymalı çerçevelerle süslemişler. Goritsi biter bitmez Kirilov kasabası başlıyor. Ağaçların arasında kaybolmuş bir kasaba. Otobüs, Siverskoye Gölü’nün kıyısındaki Kirilo-Belozersky Manastırı’nın kapısında duruyor. Dünyanın en büyük Ortadoks manastırlarından biriymiş burası. Aldığım bilgiye göre, çevresini saran 5,5 metre yüksekliğindeki kalın duvarın uzunluğu tam 2 kilometre. İçinde büyüklü küçüklü 11 kilise var. Bir kaçına girmekle yetiniyorum. 17’nci yüzyılda iki bin kitabın bulunduğu kütüphaneyi arıyorum ama bulamıyorum. Zamanında Rusya’nın en büyük kütüphanesiymiş. Manastırın mutfağını merak ediyorum ama o da yok. Tabelalardaki tek kelime bile anlaşılmıyor. Etrafta nereye nasıl gideceğimi soracağım kimse yok. Vazgeçip, otobüse dönüyorum. Zaten bacaklarım çoktan isyan bayrağını çekti.
Gemi bir kez daha halatlarını çözüp, yoluna devam ediyor. Bu üçüncü nehir gezim. İlkini Ren, ikincisini Nil’de yapmıştım. Etkileyici rotalardı. Bu gezi ise renkli ve huzur dolu.
İnternet, telefon bir bağlanıp, bir kesiliyor. İkisinden de vazgeçiyorum. Kuzeye çıktıkça gün uzuyor. Saat 22.00 oldu hava hâlâ alaca karanlık. Hazirandan temmuz ortasına hiç kararmayacak. Siyah yağmur bulutlarıyla siyah orman arasında aydınlık bir kuşak oluşuyor. Görüntü harika. Zaten bu gezide insan, bir doğa tablosu içinde geziniyormuş gibi hissediyor kendini.
Gecenin sessizliğinde duyulan tek ses puhu kuşlarının kesik ötüşleri. Karanlığı daha da esrarengiz kılıyorlar.
YAPMA KÖYDE 2651 ÇEŞİT VOTKA
Yolculuğun sekizinci, gemideki beşinci ve son günümüz. Gökyüzü pırıl pırıl. Tüm yağmur dün yağıp bitti galiba. Gemi, güneye, Avrupa’nın en büyük gölü Ladoga’ya doğru akıp gidiyor. Nehir ayna gibi, kıyısındaki tüm ağaçları yansıtıyor. Geminin dalgaları nehirin aynalığını bozuyor.
Küçük köylerin kıyısından geçiyoruz. İki katlı, ahşap evler rengarenk boyanmış. Her birinin bahçesinde küçük kulübeler var. Ivır zıvırı depolamak için sanırım. Ormanın ortasındaki vişne çürüğü, kirli sarı evler resim gibi görüntüler oluşturuyor.
Sokaklarda kimseler görünmüyor. Buralar yazlık köyler galiba. Ev sahipleri henüz kış uykusundan uyanıp da buralara gelememiş.
Öğleye doğru Mandrogi adında “yapma” bir köye yanaşıyoruz. Burası el sanatlarını sergilemek ve turistlere çeşitli atraksiyonlar düzenlemek için sonradan yapılmış bir köy. Aslında hediyelik eşya satan mağazalardan oluşmuş bir alışveriş merkezi. İlgimi bir tek Votka Müzesi çekiyor. Tamı tamına ülkede üretilen 2651 çeşit votka sergileniyor. Şişeleri kadar, duvarlardaki siyah beyaz fotoğraflar da ilginç. Fotoğraf makinesine poz verenlerin hemen hepsinin gözleri kaymış gibi. Bir fotoğrafta Kruşçef, Brejnev ve Fidel Kastro kadeh kaldırıyor. Kastro, genç ve dimdik.
Öğle yemeği burada yeniyor. Şaşlık kebabı, haşlanmış patates, lahana salatası, piroşki. Plastik çatal bıçakla etleri kesmek hiç de kolay olmuyor.
Gemi rıhtımdan ayrılırken, siyah bulutlar yine koştura koştura geliyordu. St. Petersburg’a kadar artık hiç bir rıhtıma yanaşmayacağız. Programda yazdığına göre günün kokteyli Mohito imiş. Hem de yüzde 20 indirim varmış. Kokteyllerle aram iyi değildir. İçer miyim bilmiyorum. Hele bir vaktikeraat gelsin.
Son gece için herkes şık giyinmiş. Gravat takarak işi abartanlar bile var. Kara bulutlar Ladoga Gölü’nde daha da kararıp, fırtınaya dönüşüyor. Gemi hafiften sallanmaya başlıyor. Dalgalar ve bir kaç kadeh votka sonrasında gözlerim kapanıyor.
SON GÜN
Gemi sabah erkenden St. Petersburg rıhtımına bağlanıyor. Aslında tur devam ediyor. Yolcular üç gün daha gemide kalacak. Yani gündüz St. Petersburg’u keşfedecekler, geceleri ise gemiye, yatmaya gelecekler. Ben ise bir gün kalacağım. Daha önce geldiğim için anılarımı tazelemekle yetineceğim.
Sadece Hermitaj Müzesi’ni gezmekle yetiniyorum. Geçen gelişimde girmediğim galerilerde dolaşıyorum.
Başında Moskova, sonunda St. Petersburg. Arada ise sakin bir yolculuk, doğanın en güzel görüntüleri, insanı düşlere sürükleyen köyler. Volga üstünde yaptığım yolculuğu sanırım uzun süre unutmayacağım.
(Bu yolculuk Cruisera ve Vodohod Cruise’un sponsorluğuyla yapılmıştır)
Oyun Adası’nın 22 soğan kubbeli ahşap kilisesi çivisiz yapılmış
Gemideki dördüncü günümde martı çığlıklarıyla uyanıyorum. Anlamını öğrendim artık. Bir kanal bağlantısına geldik... Martılar güvercinden biraz hallice, vücutları beyaz, kafaları siyah. Çok yaygara ediyorlar. Dertleri havuza dolan veya boşalan sudan balık çalabilmek.
Güvertede benimle birlikte nehiri seyreden Rus yolcu, Volga’nın üç ay donduğunu, o zaman karayolu olarak kullanıldığını söylüyor. Düşünüyorum da o yoldan gitmeye cesaret edemezdim. Kıyılarda tomruk yığınları yükseliyor. Beyazlar kavak, koyu renkte olanlar kızıl çam. O kadar çok tomruk var ki tüm dünyaya yeter sanki.
Nehir bir süre sonra Avrupa’nın ikinci büyük gölü Onega’ya açılıyor. Programa bakılırsa akşama kadar gölde gideceğiz. Kısa bir süre Rus tombalası oyununa katılıyorum. Gürültüden çekilen numaraları takip edemiyorum. Sıkılıp, çıkıyorum. Bir köşeye çekilip, John Steinbeck ile başbaşa kalıyorum. Ustanın felsefesi hiç de yabancı değil bana: “İki üç gıdım fazla yaşayacağım diye deliliğimi, serseriliğimi teslim etmek istemiyorum.”
Gölün en tepesine çıkıyor gemi. Bu bölgede irili ufaklı tam 5 bin ada varmış. Bazıları çok küçük. Kiminin üstünde bir iki ağaç, kiminin üstünde bir tutam ot var. Kimisinde ise üç beş tahta evden oluşan küçük köyler görünüyor. Yalnızlığın fotoğrafını çek deseler bu köyleri çekerim. Gemi bunların en büyüğüne yanaşıyor. Kaptanın anosundan öğrendiğime göre Kizhi Adası, yedi kilometre uzunluğunda ve 500 metre genişliğinde. Adının anlamı “Oyun Adası”. Paganlar, oyun şeklindeki dini ayinlerini burada yaptıkları için bu adı yakıştırmışlar.
Adada yaşayan yok ama Rusya’nın en çok turist çeken köşesi. Bunun nedeni adanın üstündeki ahşap kilise. 1714’te yapılan kilisenin tam 22 soğan kulesi var. Özelliği her milimetre karesinin ahşaptan yapılması. Koca kilisede, yanındaki küçük şapelde, dev çan kilisesinde tek çivi kullanılmamış. Kulelerin kaplaması bile tahtadan. Çam keresteleri, oyulmuş, kanallar açılmış, birbirine sıkısıkıya geçirilmiş. Ne zamk ne çivi. Hiç bir birleştirici kullanılmamış. Sadece iki kereste arasına nemi engellemesi, kütükleri sıkıştırması ve hava akımını sağlaması için çuval benzeri lifli bir madde konmuş.
Kilisenin önünden bir türlü ayrılamıyorum. Bu usta marangozu çalışırken hayal etmeye çalışıyorum ama beceremiyorum. Bu ağır kütükleri vinçlerin bulunmadığı o devirlerde, üst katlarda birbirine nasıl monte etmişti acaba? Kiliseye baktıkça bir sürü soru daha beyinime üşüşüyortü ama yanıtları yok.
Yağmur bardaktan boşanırcasına yağıyor. Aldırmıyorum. Cennette ne kadar çok kalırsam kardır.
Gemi rıhtımdan ayrılırken Kizhi’ye son kez bakıyorum. Yanıma üç tane kuzgun konuyor. İnsana alışıklar galiba. Elimi uzatıyorum kaçmıyorlar.
Gemi, burnunu tekrar gölün güneyine doğru çeviriyor. Gece Çingene müziği konseri var. O saate kadar halim kalır mı bilmiyorum. Yağmurla birlikte gölün üstüne sis oturmaya başlıyor. Hayal perdesi gibi. Sanki arka tarafta bir başka dünya var. Masalsı, büyüleyici görüntüler oluşuyor Onega’da.
Paylaş