Paylaş
Dağlar olur da kartal olmaz mı? Olur tabii ki. Zirvesinde kartal süzülmeyen dağa ben dağ demem. İşte o kuzgun renkli kartallardan biri, süzülmüş süzülmüş, kırmızı bir zemin üstüne konup bayrak olmuş. Bu bayrağın dalgalandığı topraklara da Arnavutluk adı verilmiş. Bu topraklar ki, 100 bin yıldan beri insan yaşamına kucak açmış, medeniyetler, diller doğurmuş. Balkanları şekillendirmiş, Avrupa’nın temellerini atmış. Bunun böyle olduğunu Arnavutluk’un tarihini yazanlardan öğrendim, onların yalancısıyım.
Uçak, Tiran’a doğru alçalırken, nasıl bir ülke, nasıl bir kentle karşılaşacağımı bilmiyordum. Ne ansiklopedilere ne de rehber kitaplara bakmıştım. Hayallerimin biçimlendirilmesini istemiyordum. Kafamda benim çizdiğim görüntüler vardı. Net olmayan görüntüler. Onca yıl diktatörlere dayanan, dünyayla ilişkisini kesen bu ülke insanına, sert, azimli, az gülen bir portre çizmiştim. Acaba 22 yıllık özgürlük dönemi, bu portreyi biraz yumuşatmış mıydı?
VİZE YERİNE HAVAALANI SORGUSU
Uçak yeşil tepelerin arasında havaalanına doğru süzülüyordu. Ne kadar da çok dağ vardı görüntüde. Vadilerlerde küçük tarlalar, göller görünüyordu. Küçük köyler yamaçlara tutunmuştu. Kuş bakışı görüntülerin aldatıcı olduğunu biliyordum. Yükseklerden çirkinlikler pek görünmüyordu. Onun için mi, kuşlar hep güzel şeyleri gördükleri için neşeli neşeli şakıyorlardı durmadan.
Uçak, Anadolu’nun küçük kentlerindeki havaalanlarının benzeri bir alana kondu. Otobüsler yolcuları küçük terminal binasına taşıdı. Arnavutluk, Türkiye’den vize istemeyen nadir ülkelerden biriydi. Onun için geçişin kolay olacağını düşündüm. Ama olmadı. Pasaport polisi, yolcuları uzun uzun sorguladığı için kuyruklar uzadı. Dil bilmeyenlere bilenler yardım etti. Yolcuların arasında bir kaç kişi bir köşeye ayrıldı. Bunlar biraz daha detaylı sorgulanacaktı.
NENE TERASA
Havaalanına, Nobel Barış Ödülü sahibi Rahibe Terassa’nın adını koymuşlardı. Ama Arnavutlar için o rahibe değil “Nene Terassa” idi. Terminalden çıkınca beni önce bunaltıcı bir sıcak, ardından da “Nene Terassa”nın hafif kambur duran heykeli karşıladı.
Tiran’a doğru giderken, kendimi yabancı bir ülkedeymiş gibi hissetmiyordum. Sararmış tarlalar, yol kıyısında otlayan koyun sürüleri, derme çatma evler, onların arasında cam giydirilmiş lüks binalar, salkım saçak elektrik ve telefon kabloları... Arnavutça reklam tabelalarının yerine Türkçesini koysanız, kendinizi bir Anadolu kentinin yakınlarında sanabilirdiniz.
Bir kente neden “zorba” anlamına gelen Tiran adı verilir ki! 444 yıl süren Osmanlı işgali, sonrasında Hitler’in ordusu, daha sonra faşist Mussolini, son olarak da ülkeyi uzun yıllar dünyaya kapatan Enver Hoca. Ülkenin tarihi hep esaret ve zorbalık öyküleriyle oluşmuştu. Yani tiranların yumruğunu yemeye öylesine alışmışlar ki, başkentlerine Tiran adını koymakta bir sakınca görmemişlerdi belki de.
Oteldeki odam İskender Bey Meydanı’na bakıyordu. Meydanın etrafında opera binası, 1821’de yapılan ve komünist rejim tarafından yıkılmayan Ethem Bey Camii, onun yanında Osmanlı döneminde yapılan saat kulesi, komünist rejimden kalma, kirli sarıya boyanmış kaba hükümet binaları ve Güzel Sanatlar Müzesi yer alıyordu. Ortadaki yeşillik alana ise at üstünde İskender Bey heykeli oturtulmuştu. Koyu renk camların arkasından seyrettiğim ilk görüntüler bunlardı. Bir de bir yerlere giden yayalar.
CADDELERDE LÜKS OTOMOBİLLER
Sonra sokağa çıktım. Gölgelere sığınarak, caddelerde, sokaklarda dolaştım. İlk dikkatimi çeken yoğun trafik ve lüks otomobillerin çokluğuydu. Son model Mercedes’ler, cipler vızır vızır gidip geliyordu. Sordum, bunların çoğunun Avrupa’nın çeşitli kentlerinden çalınma, bazılarının ikinci el olduğunu söylediler. “Bunları kimler kullanıyor” diye sorduğumda ise aldığım yanıt şöyleydi: “Ne iş yaptıkları bilinmez. Ya bürokrat ya da mafyadır. Ortalama aylık gelir 250 Euro civarında. Bu parayla bu otomobiller nasıl alınır?” Caddelerdeki lüks araç sayısına bakılırsa, Tiran’da işinin karşısında soru işareti olan azımsanmayacak bir kitle vardı.
Yürümeye devam ettim. Gördüm ki, Arnavutlar trafik ışıklarını pek sevmiyor. Yayalar yeşil ışığı beklemiyor, araçlar kırmızıyı takmıyor, kurala uyup duranların arkasından hemen korna çalınıyor, kavşaklarda kaza eksik olmuyor. Tıpkı bizde 20 yıl öncesindeki gibi. Onun için bu karmaşayı garipsemedim.
Etrafı dağlarla çevrilmiş Tiran’da sıcak bunaltıyordu ama yine de yürümekten vazgeçmedim. Yürüdükçe gördüm ki, kent şantiyeye dönmüştü. Eski rejimden kalma çirkin binaların çehreleri, renkli badanalarla adam edilmeye çalışılmıştı. Dev vinçler, otel binaları, alışveriş ve modern iş merkezleri yapabilmek için harıl harıl çalışıyordu. Tiran, yaşamda olduğu kadar mimaride de özgürleşmişti. Kısa bir süre sonra Avrupalı bir kent olup çıkacaktı.
Gölgeleri izleye izleye yürürken, koca bir piramitin önüne geldim. Burayı Enver Hoca’nın kızı babası için dizayn etmişti. Onun hesabına göre, babası burada kurulacak müze sayesinde ölümsüzleşecekti. Oysa, ceseti dahil ondan geriye hiç bir şey kalmadı. Tüm izler silindi, kültür merkezine dönüştürüldü.
Sonra bir parka gittim. Yaşlı bir kadın şemsiyesinin gölgesine sığınmış bir şey örüyordu. Biraz ilerisinde dilenciler, kucaklarında minicik çocuklarla dileniyorlardı. Havuzdaki fiskiyeler, çalan klasik müziğe uyumlu olarak sularını fışkırtıyordu. Acıktım. Küçük bir köftecide, pide arası soğanlı köfte yedim. Lezzeti hâlâ damağımda... Sadece köftelerin değil, yediğim pırasalı, ıspanaklı, peynirli böreklerinde tadı da...
KAHVELERDE GECENİN NEŞESİ
Tiran sokaklarında yürürken anlaşmakta zorluk çekmedim. Çünkü Arnavutlar, Avrupa dillerine aşinaydı. İngilizce, İtalyanca, Almanca’yı dertlerini anlatacak kadar konuşabiliyorlardı. Onlardan biri, Arnavutların futbol hastası olduklarını, İtalyan ve Alman ligini izlediklerini, maç günü evlerin balkonlarında İtalyan ve Alman bayrakları dalgalandığını, hatta başka ülkenin ligi için birbirleriyle kavga ettiklerini anlattı.
Yürüdüm yürüdüm, akşam oldu, yoruldum. Hava biraz serinledi. Artık oturmanın, akşamüstünün tadını çıkartmanın zamanı gelmişti. Bu saatte nereye gidilir, diye sordum, parmaklar Block semtini gösterdi. Enver Hoca döneminde parti yöneticileri burada otururdu. Halkın giriş çıkışı yasaklanmıştı. Son 20 yıldan beri de Tiran’ın lüks alışveriş merkezi ve eğlence odağı olmuştu. Birbirinden lüks kahvelerden birinin, yol kenarındaki rahat koltuğuna oturdum. Bir kadeh “raki” ısmarladım. Ayvadan damıtılmış sert raki, gırtlağımdan aşağıya doğru giderken, damağımdaki tat mantarlarının cayır cayır yandığını hissediyordum.
Saat ilerledikçe sokaklar kalabalıklaştı. Süper mini etekli ve şortlu kızlar, önümden salına salına geçmeye başladı. Ultra lüks otomobillerin biri gelip, diğeri gidiyordu. Sonuna kadar açılmış radyolardan yükselen bas ağırlıklı müzikler tüm sokağı titretiyordu. Block’u, mağazaları, arabaları, kahveleri ve güzel kadınlarıyla Nişantaşı’na benzettim.
Gece yatmadan tekrar İskender Bey Meydanı’na baktım. Hâlâ birileri bir yerlere gidiyordu.
BEKTAŞİ KENTİ İŞKODRA’DA HER YER ÇOK TANIDIK
Tiran’dan kuzeydeki İşkodra’ya giderken yol üstünde, yeni adı Kruja, eski adı Akçahisar’da durup, Osmanlı’dan kalma camilere, evlere, sokaklara girip çıktım. Dağın yamacına kurulmuş bu eski Osmanlı kentinde, Türkiye’de bile rastlayamayacağınız güzellikteki eski çarşıyı gezdim. Bu Bektaşi kentine ilk defa geldiğim halde, sanki buralarda doğup büyümüştüm. Kendimi buralı zannettim.
Önce Burna Nehri’ni gördüm. Heybetli, geniş, suyu bol bir nehirdi. Gittikçe genişleyip, göle dönüştü. Arnavutluk’un ikinci büyük kenti İşkodra, işte bu gölün kıyısında kurulmuştu. Burada da zaman adeta durmuştu. Biraz kulak kabartsanız, şehrin tepesindeki Rozafa Kalesi’nde savunma destanı yazan Hasan Rıza Paşa’nın gür sesini duyabilirdiniz sanki.
Kömünist rejimin hışmından kurtulan Kurşunlu Camii’nin minarelerinden yayılan ezan sesi, eskisi gibi namaza davet etmeyi sürdürüyordu. Hasan Rıza Paşa’nın konağı ise Vilayet Konağı olmuş, kenti yönetenleri taş duvarlarının arkasında ağırlamaya bıkmadan usanmadan devam ediyordu. Bu Bektaşi kentinde gördüğünüz, göreceğiniz hiç bir şey yabancınız değildi.
İşkodra gezimi, kentle aynı adı taşıyan gölün kıyısında, sazan balığı yiyerek bitirdim. Balkanların en büyük gölü, lokantanın balkonunda oturanlara masmavi bir güzellik sunuyordu. Raki kadehimi tokuşturduğum Arnavut arkadaşım, karşıdaki dağların Karadağ’a ait olduğunu söyledi. İşkodra Gölü, iki ülkeye birden serin rüzgarlarını gönderiyordu.
Yeşil vadilerin arasındaki yoldan Kosova’ya doğru giderken, arkamda bildik bir kenti bıraktığımı sanıyordum. Tıpkı Edirne, Amasya, Kütahya, Göynük, Mudurnu, Beypazarı’ndan ayrılışımda olduğu gibi, zamanın zaman zaman durduğu görüntülerdi geride kalan.
AÇIKHAVA MÜZESİ PRİZREN’DE TÜRKÇE BİLMEYENE KÖYLÜ DİYORLAR
Arnavutluk’tan Kosova’ya doğru uzanan yolun kıyısındaki yeşil dağların yamaçlarına köyler kurulmuştu. Hepsinde bir minare görüyordum. Tıpkı Karadeniz’de olduğu gibi. Sanki Anadolu yollarındaydım. Prizren’e geldiğimde bu duygu iyiden iyiye pekişti. Camileriyle, hamamı ile, taş köprüsü ile, şadırvanı ile, çarşısı ile Osmanlı döneminde donmuş kalmış bir Kosova kentiydi burası.
Prizren’in adını ilk kez FB’nin unutulmaz başkanı Ali Şen’den duymuştum. Röportajımızda çocukluğunun geçtiği kenti anlatırken duygulanmıştı. En lezzetli böreği, en lezzetli köfteleri orada yiyebileceğimi söylemişti. O an, “keşke” deyip geçmiştim.
ALİ ŞEN’İN SINIF ARKADAŞI SÜLO’NUN MÜTHİŞ KÖFTELERİ
Kenti ikiye bölen Bistriça Irmağı’nın kıyısındaki Sülo’nun Yeri’nde otururken bunlar geldi aklıma. Çünkü, Prizren’in en ünlü köftecisi olan Sülo, Ali Şen’in ilkokul arkadaşıydı, yıllarca aynı sırada oturmuşlardı. Sülo, tıpkı bir Karadenizli gibi konuşuyordu. Sordum, “Prizren’in lehçesi böyledir. Onun için Karadenizliler bizi daha iyi anlar” dedi. Ali Şen’in anlattığı köftelerden bahsettim, kolumdan tutup beni dükkana soktu, buzdolabındaki köfteleri gösterdi. Gerçekten de görünüşleri bile insanın ağzını sulandırıyordu.
Köftelerle tanıştıktan sonra, tekrar ırmak kıyısındaki masamıza oturup, sohbetimize devam ettik. Sülo, Prizren’de herkesin Türkçe bildiğini veya anladığını, Türkçe bilmeyenlere, çövli (köylü) dediklerini anlattı. Tam o sırada nereden geldiğini bilmediğim bir türkü kulağıma çalındı, “Mavi Yelek, Mor Düğme.” En sevdiğim türkülerden biriydi ve bu türküden esinlenerek mor düğmeli bir yelek diktirmeye bile kalkışmıştım bir zamanlar. Sülo, “Prizren türküsüdür. Buradan gidenler Türkiye’de dinler dinler ağlar” dedi.
Sonra köfteler geldi. Yemeye doyum olmuyordu. Hele içinde ekşi kaymak olan köftenin lezzeti, damağımda isyanlara neden oldu. Çünkü tat alma duyularım, bu lezzetten daha fazla pay alabilmek için birbirleriyle kıyasıya kavga ediyordu.
SEMT İSİMLERİ DE TÜRKÇE
Sıra kenti tanımaya geldi. Taş köprüyü geçip, sokaklara daldım. Tepesinde bir Bizans kalesi olan Şar Dağı, rüzgarı tutuğu için sıcak bunaltıyordu. Bu sıcağa, yediğim köftelerin verdiği hazım yorgunluğuda eklenince, her gölgede dinlenmek zorunda kalıyordum. Burası da zamanın donduğu Anadolu kentlerinden biriydi sanki. Evler, dükkanlar, kaldırım taşlı sokaklar, çamaşırların uçuştuğu balkonlar, salkım saçak kablolar ve semt isimleri hep bildikti: Terzi, Atık, Körağa, Hoca, Muhacir, Yeni, Tuzsuz...
Prizren bir müze şehirdi. 650’nin üstünde heykel, cami, hamam, kiliseyle süslenmişti. Kentin ortasındaki Sinan Paşa Camii’ni geçip, çarşıya girdim ve bir kahvenin gölgesine sığındım. Buz gibi bir bardak su, okkalı bir sade kahve ile sıcağın öfkesini savuşturdum.
Soluğumu toparlayınca köfteci Sülo ile vedalaşıp, Kosova’nın başkenti Priştina’ya doğru yola çıktım.
BAŞKENT PRİŞTİNA’DA
Kosova’nın başkentine vardığımda güneşin kızgınlığı yumuşamıştı. Priştina’yı önce oteldeki odamın penceresinden gördüm: Giriş katlarında küçük dükkanların bulunduğu apartmanlar, balkonlara gerilmiş iplerde çamaşırlar, her yerden fışkıran televizyon antenleri... Uzaklarda ise kentin sırtını yasladığı Golyak Dağları’nın silueti.
Gecenin keyfi Nene Terasa caddesinde çıkar, demişlerdi. Soluğu orada aldım. Trafiğe kapalı caddede “piyasa” vaktiydi. Kimi vitrinlere bakıyor, kimi banklarda oturuyor, kimi elele dolaşıyordu. Caddedekilerin hemen hepsi gençti. Sonradan öğrendim ki Kosova, Avrupa’nın en genç nüfusuna sahipmiş.
SAVAŞ DULLARININ BÖREK ATÖLYESİ
Güç bela yer bulduğum bir kahvede, soğuk bir Kosova birası ısmarladım. Etrafımdaki gençler çok daha uzun bardaklarda buzlu, sütlü kahve içiyordu. Balkanlarda kahve kültürü yaygındı. Kafeler akşama kadar dolup taşıyordu. Bunda işsizliğin de önemli rolü vardı. Buralarda tüketilen en yaygın içki gündüzleri buzlu kahve, akşamları biraydı.
Saat geceyarısını gösterdiği halde, kimsenin eve gitmeye niyeti yoktu. Ama ben dayanamadım, gençleri kendi hallerinde bırakıp otelin yolunu tuttum.
Ertesi gün gezime bir börek imalathanesinden başladım. Burada dullar çalışıyordu. Kocalarını Sırplar öldürmüştü. Devlet, bu savaş dullarına yer gösteriyor, malzemelerini temin ediyor, buralarda yapılan börekler kentteki börekçilere, kafelere, lokantalara satılıyor, gelir de kadınlar arasında paylaşılıyordu. Kapıdan girince muhteşem bir koku ağzımı sulandırdı. Siyah giysileri unla beyazlaşan dullar, harıl harıl börek ve mantı yapıyorlardı. Çat pat bir Türkçeyle sohbet ettik. Daha çok böreklerden konuştuk. Dolu dolu bir tabak karışık Boşnak böreği ve yine tepeleme doldurulmuş mantı ile kahvaltımı yaptım. Böylesine lezzetli hamur işini, o güne kadar yemediğimi itiraf edebilirm.
NEW BORN JASHARİ
Börekleri hazmetmek bahanesiyle kendimi Priştine yollarına vurdum. Osmanlı’dan kalma konakları, camileri, çarşıları gezdim. Sultan Murad’ın suikasta kurban gittiği Meşhed-i Hüdevendigar Türbesi’ni ziyaret ettim. Üniversitenin kubbeli modern kütüphanesinde kitapları karıştırdım.
Bir binanın önünden geçerken, büyük taş harflerle yazılmış “New Born” yazısı ve onun üstündeki elinde kalaşnikof tutan sakallı adamın posteri dikkatimi çekti. Resimdeki kişi Adem Jashari adındaki milli kahramandı. Savaşta tüm ailesiyle birlikte Sırplara direnmiş, sonunda şehit olmuştu. Tüm Kosova onunla gurur duyuyordu.
Akşam olduğunda Priştine bitmişti. Gördüklerimi, duyduklarımı, tattıklarımı düşündüm. Hiç bir şey yabancı değildi. Sadece biraz geçmiş zamandan kalmış gibiydi.
Arnavutluk da Kosova da hem yakın hem vizesiz. Uzun bir hafta sonu giderseniz, hem çok lezzetli köfteler ve börekler yersiniz, gördükleriniz de yanınıza kar kalır.
(Mehmet Yaşin’in gezi ve lezzet notlarını Twitter’dan takip edebilirsiniz. *lezzetci)
Paylaş