Bir çok kişi Anadolu’yu gezme konusunda hâlâ tereddüt içinde. Kimisi otel, kimisi temiz lokanta bulamamaktan korkuyor. Bu korkuların hepsi yersiz. Anadolu kışın bile artık eskisi gibi mahrumiyet bölgesi değil. Halk hâlâ konuksever. Sizi asla aç, susuz ve uykusuz bırakmaz. Ayrıca Anadolu’yu bir kere gezen ona bin kere aşık olur. Bu hafta hem Anadolu’nun bugünkü koşullarını hem de yabancı gezginlerin ağzından bir iki asır öncesindeki koşulları anlatacağım.
Anadolu’da gittiğim rotaları izlemek isteyen bir çok okurum Anadolu’daki gezi koşullarını sorar oldu. Tabii bu sorular başta İstanbul olmak üzere İzmir ve Ankara’dan geliyordu. Bütün bu soruları hemen hemen aynı cümleyle yanıtlıyorum: “Çekinmeyin, hemen yola çıkın...” Bu devirde Anadolu’da gezmek gerçekten de sorun değil. Her kentte hatta ilçede temiz otel bulmak artık mümkün. Lokantalar temiz ve lezzetli mönülere sahip. Yola çıkmadan önce internette gideceğiniz yer hakkında araştırma yapma olanağınız var. Her kentin hem belediye hem valilik tarafından hazırlanmış sitelerinde istediğiniz bilgiye ulaşıyorsunuz. Hatta bu sitelerde, kentteki otellerin ve lokantaların sayfalarına girerek daha detaylı bilgi edinebiliyorsunuz.
TEK SORUN AKŞAMLAR
Anadolu’da gezinmenin tek zorluğu, özellikle kış akşamlarının geçmek bilmemesi. Hele benim gibi yalnız geziyorsanız, hava kararınca otelin yolunu tutmanız gerekiyor. Bir çok kentte, oturup iki kadeh eşliğinde yemek yiyeceğiniz lokanta yok. Olanlar da ya çok izbe, ya da kentin kilometrelerce dışında. Zaten sokaklar erkenden boşaldığı için, lokantalar da erkenden kapılarına kilit vuruyor. Onun için zorunlu olarak erkenden yemeği yiyip, otelinize dönüyorsunuz. Anadolu otellerinin lobilerinde genellikle kimsecikler olmuyor. Hemen odanıza çıkmak istemiyorsanız, bir koltuğa oturup, resepsiyon görevlisinin seçtiği kanalda ne gösteriliyorsa onu seyrediyorsunuz. Kolunuzdaki saate neredeyse her beş dakikada bir bakıp, gecenin neresine geldiğinizi anlamaya çalışıyorsunuz. Ama zaman bir türlü geçmek bilmiyor. Aklınız bazen yaşadığınız büyük kente takılıyor. Orada bu saatte hala işten eve gitmek için trafikle cebelleştiğinizi düşünüyorsunuz. Halbuki burada yatmaya hazırlanıyorsunuz. Bunun iyi mi kötü mü olduğuna karar veremiyorsunuz. Zamanın ne kadar izafi olduğunu düşünüyorsunuz. Büyük kentte akşamın başlangıcı, burada gece yarısı oluyor. Oysa ki her yerde saatler aynı zamanı gösteriyor. Can sıkıntısından birkaç yere telefon ediyorsunuz. Gözünüz bir ara duvarlardaki resimlere takılıyor. Acemice yapılmış resimlerdeki her detayı inceliyorsunuz. Nasıl olsa vaktiniz var. Resme bakarken, yaşadığınız kentteki bir sergide, ünlü ressamların tablolarının önünden nasıl hızlı hızlı geçip gittiğiniz aklınıza geliyor. Gülümsüyorsunuz. Sonunda sıkılıp odanıza çekiliyorsunuz. Önce perdeleri aralayıp, kenti seyretmek istiyorsunuz. Ama karanlığı delip geçen birkaç ölgün ışıktan başka bir şey görmüyorsunuz. Odalarda çoğunlukla oturacak bir iskemle bulunmuyor. Onun için yatağınızın üstüne uzanıp, küçük ekranlı televizyondan, çok kısıtlı kanallarda ne varsa onu izlemeye razı oluyorsunuz. Veya kitabınızı açıp, geceyi bitirmeye çalışıyorsunuz. İşte Anadolu’da yalnız gezmenin tek sıkıntısı bu. Eğer yanınızda iki laf edecek bir arkadaşınız varsa, uzun geceyi biraz kısaltma olanağına sahipsiniz demektir.
GEÇMİŞİN ZORLU ŞARTLARI
Geçmiş yüzyılda Anadolu’ya gelen yabancı gezginlerin anılarını okuyacak olursanız, nereden nereye geldiğimizi daha iyi kavrayabilirsiniz. Doğru dürüst yolun, otelin, lokantanın bulunmadığı o dönemlerde Anadolu’da gezinmek, cesaret isteyen, çok zahmetli, yorucu bir eylemdi. Onun için o dönemde yollara düşenleri hep saygıyla anarım. O yıllarda yaşasaydım asla bir gezgin olmazdım. Çünkü o zamanın koşullarına bakıp, yolculuğa çıkma kararını kolay kolay veremezdim. Bu hafta size, Anadolu’da gezen yabancı gezginlerin anılarından bazılarını aktaracağım. Bunları okuduğunuzda, günümüz gezginlerinin ne kadar şanslı olduğunu göreceksiniz. Örneğin şimdi küçük bir çanta ile çıktığınız yolculuğa eğer 1700’lü yıllarda çıksaydınız, yanınıza bir kamyon dolusu eşya almak zorunda kalırdınız. Fransız bitki bilimcisi Joseph De Tournefort’un, Anadolu’ya yaptığı bir yolculuk hazırlığında anlattıkları bunun en güzel örneğini oluşturuyor: “Yolculuklarda en gerekli şeylerin yanınıza alınıp götürülmesi gerekiyordu. Bu nedenle bir çadır, dört büyük deri çanta, altı tabak, ki büyük çanak, iki tencere, kalaylı bakırdan iki kap, su taşımak için tulum, bir fener, birkaç uzun saplı kaşık aldık... Bir kaput, bir gezgin için eşsiz bir eşyadır. Gerektiğinde yatak, gerektiğinde çadır görevi yapar...” Fransız bilim adamı Charles Texier ise Anadolu yolculuklarında yanında götürülmesi gerekli malzemeyi şöyle sıralıyor: “Gezi araçları, tahtadan veya deriden iki çift yolculuk sandığı ile küçük bir çadır, birkaç seccade, katlanır bir yatak ve nihayet taşınabilir bir mutfaktan, yani tencere ve metal tabaklarla iki su fıçısından oluşur. Bundan başka sandıklar, seyahat kitapları, pusula, dürbün ve yapılmak istenen ilmi araştırmalarda kullanılacak aletler gibi eşyadan ibarettir. Büyük bir şemsiyeyi de bulundurmakta fayda vardır..”
ECZA DOLABIYLA GEZİ
Zamanımızdaki gezilerde yanınıza devamlı kullanmak zorunda olduğunuz ilaçların dışında ilaç alıyor musunuz? Ben almıyorum... Gerekirse her köşe başında bir eczane, bir sağlık kuruluşu var artık. Ya geçmişte durum nasıldı?.. Bunu öğrenmek için Charles Texier’in anlattıklarına kulak verelim: “Yararlı malzeme türünden sülfatdikinin, laudanum, amonyak ve bir miktar müshil ile kazalara karşı makas, neşter, cehennem taşı ve sargı bezi gibi nesnelerden oluşan ufak bir eczahaneyi de saymak gerekir. Bundan başka boynuz veya şişeleriyle birlikte bir kan alma aletini de bulundurmak faydalıdır. Bir de darbe sonucu kan oturmasına karşı kullanılan bir şırınganın bulundurulması unutulmamalıdır. Aşırı sıcak yüzünden çıkacak sivilcelere karşı yakı bezi de bulundurmalıdır. Yolculukta, yorgunluktan ileri gelen ufak tefek rahatsızlıkları ve özellikle sıtma ve dizanteriyi asla ihmal etmemelidir. Güneş çarpmasını, kenarı geniş bir şapka giymekle önlemek mümkündür...”
GİTTİĞİNİZ HER RESTORANDA YEREL YEMEKLERİ SORUN
Bugün Anadolu’da hemen her yerde lezzetli yemek yiyeceğiniz temiz lokanta bulmanız mümkün. Çoğunun mönüsü bildik yemeklerden oluşur. Şansınız varsa birkaç yerel yemeğe rastlayabilirsiniz. Anadolu lokantaları inanışın aksine yerel yemeklere pek yüz vermezler. Çünkü bu yemeklere talep çok azdır. Kent halkı bunları evde pişirdiği için lokantadan kebap, döner, pilav, tandır, ızgara, güveç, pide türü yemekler talep ederler. Ama yerel yemekleri tatmak konusunda ısrarcı olur, sorup soruşturursanız mutlaka bir esnaf lokantası bulabilirsiniz. Ayrıca yerel tatlara olan talebin çoğalması, kentlerde yöre yemeklerini yapan lokantaların sayısını da artırıyor. Bunun daha da hızlanması tamamen sizlere bağlı. Gittiğiniz lokantalarda bu konuyu dillendirmeniz, işletme sahibini mutlaka cesaretlendirecektir. Anadolu’daki yeme-içme işi geçmişte nasıldı diye soracak olursanız, bunun cevabını size yine Charles Texier verecektir: “Şarap, tütün ve kahve kullanmak hiç zararlı değildir. Sütle beslenmeye alışmış mideler için her türlüsü bulunur. Meyveler genellikle pek lezzetli ve boldur; fakat bunları asıl yetiştikleri yörelerde dikkatle seçmek gerekir. İzmir’in üzümleri, Ankara’nın armutları, Kasaba’nın kavunları, aşırı miktarda yenmedikçe hoş meyvelerdir. Çay içmeye alışmış olanlar bunu her zaman yapabilir. Bu içecek hem sıradandır hem de çok az bulunan şarabın yerini tutar. Salamuralar sağlıklı gıdalar değildir. Yollarda sürekli koyun etiyle yumurta ve tavuk bulunacağından emin olunmalıdır. Her köyde süt çok boldur. Bunu ya tatlı veya ekşi olarak kullanırlar. Bu ikinci şekil yoğurt adını alır ve bütün köylülerin gıdasının temelidir...” O zamanlar (1800’lü yıllar) durum böyleymiş. Yani yemek için kap kacak taşınıyor, malzeme ise yol üstünden temin ediliyormuş. Bugün böylesini de yapmak mümkün ama gerek yol üstündeki konaklama yerleri gerekse temiz ve lezzetli lokantalar sizi bu zahmetten kurtarıyor.