Paylaş
Istakoz diyarı Main
ABD’de her eyaletin bir sloganı vardır. New York’un kuzeyindeki Main’in sloganı ise “Her Zaman Yeşil”. Gerçekten de bu eyalette bir karış boz toprak görmek mümkün değildir. Çoğunluğu akağaçlardan oluşan ormanlar, kent, kasaba, köy, dağ ayrımı yapmadan her yeri kaplamıştır. Sırtını Kanada sınırındaki Appalacchian Dağlarına dayayan Main, yüzünü Atlas Okyanusu’na dönmüştür. Burası Amerika’nın bereketli topraklarıdır. Tarlalarında, bahçelerinde iştah açıcı sebzeler yetişir. Soğuk denizi ise en lezzetli canlıları besler.
Tüm dünya Main ıstakozunu bilir. Sert kabuklu bu deniz böceğinin etini yerken, insan okyanusun derinliklerine daldığını sanır. Istakoz deyince başka ülkelerde insan biraz duraklar, ürker, tereddüt eder. Ama burada, sokak satıcılarında sandviç arasında satılacak kadar ucuzdur.
İşte güzel ve lezzetli bu topraklarda bir hafta geçirdim. Main’in uzun, kumsal plajlarında deniz bir görünüp, bir kayboluyordu. Medcezir olayını ilk kez bu kadar yakından, bu kadar net gördüm. Herkesin güneşlendiği, oynadığı, koştuğu, yürüdüğü, kumdan kaleler yaptığı kumsal, birkaç saat sonra okyanusa dönüşüyordu. Daha sonra deniz yeniden çekiliyor, kumsal tekrar ortaya çıkıyordu. İşte o an, martılar sahile üşüşüyor, okyanusun onlara getirdiği hediyeleri kapmak için kıyasıya kavga ediyorlardı. Martılarla birlikte, elleri kürekli insanlar da sahile koşturuyorlardı. Bunlar yengeç avcılarıydı. Sular çekilince kumların altına saklanan yengeçleri bulup çıkartıyor, bellerindeki filelere dolduruyorlardı.
Abenaki Kızılderililerinin toprağı olan Main’de, güneşin girmekte zorlandığı ormanlarda dolaştım, somonların yarıştığı nehirlerin kıyısında serinledim, kırmızı damlı bekçi kulübelerinin süslediği deniz fenerlerini gezdim ve doya doya ıstakoz yedim. Midyeyi, tarağı, istiridyeyi, okyanus somonunu unuttuğumu sakın sanmayın. Onları da masamdan hiç eksik etmedim. Onları yerken okyanusu içiyormuşum gibi hissettim kendimi. Main’de yaz ortasında, okyanustan esen serin rüzgârları koklayarak huzur buldum. Dönüş yolunda bir tepede durup, son kez etrafı seyrettim. Önümde üç ada ve uçsuz bucaksız mavi okyanusa açılan bir körfez görünüyordu. Arkamda ise üç uzun dağ sırası ve yemyeşil ormanlar sanki sonsuzlukla kucaklaşıyordu. İnanın ki bu yeşil cennetten hiç ayrılmak istemedim.
Boston’da Harvard rüzgârı
Dönüş yolunda niyetim yolumun üstündeki Boston’a uğramaktı. New England bölgesinin resmi olmayan merkezine bunca yıldır gitmemiştim. Amerika’nın en eski, en varlıklı, en kültürlü kenti Boston nedense beni hiç çekmemişti. Bir tek Charles River kıyısındaki bir parka ilgi duyuyordum. Çünkü en sevdiğim Japon yazar, Murakami bu parkta koşarken romanlarını kurguluyordu. Yoksa ne Amerika’nın en eski ve dünyanın en iyi üniversitesi Harvard, ne de 72 mezunu Nobel Ödülü kazanmış olan M.I.T. ilgimi çekiyordu. Belki Harvard’ın, raflarında 15 milyon kitap barındıran dünyanın en büyük kütüphanesini gezebilirdim.
Boston’da önce park yeri bulamamak, sonra da bunaltıcı sıcak öfkemi kabarttı. Arabadan kurtulduktan sonra Harvard Meydanı’ndaki Harvard Café’de oturup karnımı doyurdum. Sokaklar tıklım tıklım turist doluydu. Oradan Murakami’nin parkına gittim. Yanımdan koşarak geçenlere, “Acaba o mu?” diyerek merakla baktım. Koşu yolunun ilham verici hiçbir özelliğini göremedim.
Sonra bir acele “Boston Çay Partisi”nin düzenlendiği limana gittim. Bu parti, öyle çaylı çörekli bir parti değildi. Bir isyanın tarihe yazılmış başlığıydı. 1773 yılında yüksek vergiye kızan Bostonlular, Kızılderili kılığına girip, İngiliz gemilerindeki tüm çayı denize dökmüşlerdi.
Zamanın durduğu kent: New York
New York’a ilk 34 yıl önce gelmiştim. Zorlu, maceralı iki yıldan sonra, kentten nefret ederek adeta kaçmıştım. Uzun hikâye. Hem birkaç kez yazdım bu sefil yaşamı. Sonra onlarca defa daha geldim New York’a. Her gelişimde biraz daha sevdim. Sonunda nefretim aşka dönüştü, İstanbul’u onunla aldattım.
Her gelişimde yeni bir şey görmekte zorlandım. Aynı köprüler, aynı Time Meydanı, aynı gökdelenler, aynı mağazalar, aynı Radio City, aynı Rokefeller binası, aynı metrolar, aynı kokular, aynı Çin Mahallesi, gittikçe köhneleşen aynı sarı taksiler, aynı Central Park, aynı kalabalıklar, aynı sesler (polis, cankurtaran ve itfaiye sirenleri)... Bütün bir dünyanın sığdığı New York’u 30 yıldan beri hep yazdım. Her seferinde köşesinde bucağında yeni bir şeyler bulup, yazımı biraz güncelledim.
Ama bu kez yeni bir şey bulamadım. Belki de yorgunluktan yeteri kadar aramadım. Onun için bu yazının içinde New York’la ilgili yeni bir şey yok. Zaten hep bildiğim adreslere gittim. Örneğin en sevdiğim yer olan Chelsea Market’e çok sık uğradım. Oradaki yiyecek dükkânlarını bir müze gezgini titizliğinde gezdim.
Güneşi gördükçe High Line parkına çıktım. Burası New Yorkluların nefes aldığı bir yerdi. Sütunların üzerinden giden eski bir metro yoluydu. Miyadını doldurunca, hat iptal edilip, yeşilliklerle süslenip parka dönüştürülmüştü. Yaklaşık 15 kilometre uzunluğundaydı. Yiyecek, içecek istasyonlarında lezzetli yemeklerle karın doyurmak mümkündü. Yolun kenarlarındaki banklarda yatan New Yorklular, kendilerini güneşe teslim etmişlerdi. High Line, gökdelen çölünde bir vaha gibiydi.
New York’ta insanlar da hep aynıydı. Bir elinde anahtar yığını, diğer elinde koca bir kahve bardağı, kulağında kulaklıklar olduğu halde hızlı adımlarla gidip geliyorlardı. 30 yıldan beri değişen tek şey, beyaz kordonlu kulaklık takanların sayısının artmış olmasıydı. Yollar, kendi kendine konuşan, gülüşen, bağrışan, küfür eden insanlarla doluydu. Deli gibi görünüyorlardı ama deli değillerdi.
Manhattan’ın trafiği hâlâ insanı çıldırtıyordu. Bulduğunuz taksi, adım adım bile gidemiyordu. Dev kamyonlar, otobüsler, jipler, son model arabalar, upuzun limuzinler, bağıra bağıra yol isteyen cankurtaranlar, sirenlerini patlatmalarına rağmen suç mahalline gidemeyen polis arabaları... “Neden metroyu kullanmıyorsun?” diye sorabilirsiniz. Dik merdivenleri inip çıkmak, yerin altında uzun uzun yürümek hoşuma gitmediği için yeryüzünü tercih ediyordum ama bu tercihimden de her zaman pişman oluyordum.
Bu gidişimde New York’la vedalaştım. Sanırım uzun süre (belki de hiç) oraya gitmeyeceğim. Eğer gidersem ve yeni bir şeyler görürsem sizinle paylaşırım.
BURADA BÜTÜN DÜNYANIN TADINA BAKMAK MÜMKÜN
New York’ta bütün dünyanın tadına bakmak mümkündür. Kentin her köşesinde bir ülke kümelenmiştir. Astoria’da Yunanlılar, Little İtaly’de İtalyanlar, Chine Town ve Flushing’de Çinliler, Brooklyn’de Ruslar, Yahudiler... Aslında, Yahudilere New York’un her yanında rastlanır. Meksikalılar, Türkler, bütün Güney Amerikalılar, Afrikalılar, İranlılar, Asyalılar, Araplar, kimi ararsanız New York’ta bulabilirsiniz. Sadece insanları değil o ülkelerin mabetleri de, bakkalları da, lokantaları da buradadır.
New York’ta 350 bin civarında lokanta olduğu söylenir. Bunların çoğunda yer bulabilmek için rezervasyon yaptırmak gerekir. Hele hafta sonlarında rezervasyonu olmayan, kapıdan içeri giremez.
New York öğle yemek saatinde, pişmiş domates, sarmısak, sucuk, salam, peynir kokar. Bu koku, İtalyan pizzacılarının havalandırma borularından sokaklara püskürtülür.
Ben son gezimde lüks restoranlara yüz vermedim. New York’un simgesi sokak satıcılarından sosisli sandviç, masası olmayan küçük ama çok lezzetli pizzacılardan birkaç dilim pizza, adı bilinmeyen sandviççilerden ısıralamayacak kadar kalın sandviçler, şarküterilerden aldığım muhteşem malzemelerle hazırladığım ekmek araları ile karnımı doyurdum.
Ama en çok Çin yemeklerini yedim. Çin’in dışında gerçek Çin yemeği bulmak zordur. Çünkü dünyanın dört bir yanına yayılmış lokantalar gerçek Çin yemeği yerine ülke damağına göre yorumlanmış yemekler sunarlar. New York’ta lezzetli ve gerçek Çin yemeği istiyorsanız Flushing semtine gitmeniz gerekir. Çünkü, orada İngilizce bile bilmeyen Çinliler yaşar ve lokantalardaki yemekler onlar için pişer. Orada yediğiniz gerçek Dim Sun’ların ve Noodle’ların tadına doyamazsınız.
“New York’un neresini seveyim” diye kendinize soru sorarsanız, yüzlerce sebep vardır ama ben size oranın yeme içme cenneti olduğunu söyleyerek yardımcı olabilirim.
Benden size öneriler
New York’taki şarküterilerin, beni nasıl baştan çıkardığını anlatmakta her zaman çok zorlanırım. Bunların arasında Broadway caddesi üzerindeki “Dean and Deluca” en baş köşede yer alır. Dünyanın en lezzetli peynirlerini, şarküteri ürünlerini, ekmeklerini, baharatlarını, etlerini, sebzelerini, hazır yemeklerini burada bulmak mümkün. Lezzet satıcıları arasında Gormet Garrage’ı (453 Broome Str.) saymadan geçmek olmaz. Bu küçük dükkânda da her şeyin en tazesi ve lezzetlisi müşteriye sunulur. Greenwich Village’teki Balducci’s (424 Ave. of the America), New York şarküterileri arasında bir klasiktir. Yiyecekler burada bir sanat eseri görüntüsüne bürünür.
Union Square’de kurulan “Green Market”, dolaşmayı sevdiğim pazar yerlerinin arasında yer alır. Burada kurulan tezgâhlarda, kuzeydeki bahçelerde yetişen taze sebzeler sergilenir. Bir başka önemli şarküteri de Zabar’s’tır (2245 Broadway). Burada her gün iğne atsan yere düşmez türünden bir kalabalık vardır.
Eğer şarap dünyasının içinde bir yolculuk yapmak isterseniz mutlaka, Sherry-Lehman (679 Madison Ave.) adlı dükkâna gitmelisiniz. Aradığınız her şarabı veya kesenize uygun kaliteli şarapları buradan temin edebilirsiniz. Eğer baharata düşkünseniz, öncelikle Angelica’s Herbs and Spices’a (147 1st. Ave.) uğramanızı öneririm. Burada raflara dizilmiş kavanozlarda tam 2000 çeşit baharat sergilenir. Diğer bir ünlü baharatçı da Aphrodisia’dır (264 Bleecker Str.). Burada da dünyanın dört bir yanından gelmiş yüzlerce çeşit baharatı bulmak mümkün.
Eğer benim gibi peynir düşkünüyseniz, Murray’s (254 Bleecker Str.) tam aradığınız adres. Dünyanın en lezzetli peynirlerinin sergilendiği raflar, insanın ağzını sulandırır. Kıymetli peynirler ise ısısı ve nemi ayarlanmış özel cam bölmelerde saklanır.
New York’ta en önemli keşiflerimden biri, Brooklyn semtindeki “Dominick At Di Fara” (1424 Ave. J, Brooklyn) adlı pizzacıdır. Domenico deMarco, 70 yaşında bir İtalyan’dır. Dükkân, 40 metrekare civarındadır ve 6 küçük masası vardır. Duvarlar ise Domenico deMarco hakkında çıkan yazılarıyla doludur. Dergiler ve gazeteler Dominick At Di Fara’yı, çeşitli yıllarda New York’un en iyi pizzacısı seçmişlerdir.
Bar ve restoranlar
New York’ta gerek akşamüstü gerekse yemek sonrası içkisi için birçok Amerikan bara gittim. Bunlardan size önereceklerimin başında The Modern’in (9 W. 53rd St.) barı gelir. The Modern, Modern Sanatlar Müzesi’nin (MOMA) restoranıdır. Restoranın girişindeki barın 16 metrelik mermer bir tezgâhı vardır. Duvarlar ise çeşitli içkilerle dolu cam raflarla çevrelenmiştir. Rafların bir bölümü ise şarap kavına dönüştürülmüştür. Eğer şık bir barda içkinizi yudumlamak hoşunuza giderse, burası doğru bir adrestir. Yemek sonrası gidilecek bar için de Brandy Library’yi (25 N. Moore St. TriBeCa) öneririm. Bu barda dünyada üretilen tüm viskileri, konyakları bulmak mümkündür.
Eğer et meraklısıysanız size BLT Steak’i (106 E. 56th St.) öneririm. Bir çatal darbesiyle dağılacak kadar yumuşak olan etler, gerçek lezzeti örten soslara bulanmadan servis ediliyor. Restoranda genellikle mısır ile beslenmiş özel Angus sığırının etleri kullanılıyor. Eğer etleri beklerken başlangıç ısmarlamaya niyetlenirseniz, Port şarabından yapılmış jöle ile kaplanmış kaz ciğerini ve yanında şalgam ve tere ile servis edilen fırınlanmış keçi peynirini öneririm.
Eğer benim gibi Pekin Ördeği (nar gibi kızarmış) meraklısıysanız, “Pekin Duck House” (28 Mott Str.) en iyi adreslerden biridir. Masaya oturduğunuzda size uzatılan mönüyü uzun uzun inceleyip vakit kaybetmemenizi öneririm.
Dünyanın sekizinci harikası
Brooklyn ile Manhattan’ı birbirine bağlayan Brooklyn Köprüsü, New York’un çok kıymetli bir kolyesidir. 126 yaşındaki bu köprü, New York kentindeki en gözde mimari eserlerden biridir. O, kentte yaşayanlar için gümüş yürüyüşlü bir güzeldir. Altından akan ırmak kadar uykusuzdur. Atlantik’ten kopup gelen uzak rüzgârlar, onun çelik tellerinde şarkıya dönüşürler.
Yapımına 3 Ocak 1870 tarihinde başlanan köprü 13 yıl sonra hizmete açıldığında birçok ilke de imza atmıştı. Örneğin trafiğe açıldığında dünyanın en geniş asma köprüsü unvanını aldı. Kuleleri ise uzun süre ABD’nin en yüksek yapıları unvanını korudu.
24 Mayıs 1883’te saat 17.00’de açılan köprüden ilk gün 1800 araç geçti. Geçiş ücreti 5 sentti. O gün ayrıca 150.300 yaya bir yakadan öteki yakaya geçti. Söylentiye göre, yayalar köprüyü geçerken uğur getirsin diye suya birer sent attılar.
Bazılarına göre Brooklyn Köprüsü “uğursuz bir köprü”ydü. Buna kanıt olarak da köprü yapımında çalışanların başına gelenler gösterildi. Örneğin bu köprünün yapımı için varını yoğunu harcayan, tel kabloların mucidi John A. Roebling’in, inşaat sırasında geçirdiği bir kaza nedeniyle ayakları ezildi ve sancılar içinde öldü. Ondan sonra işbaşına geçen oğlu Washington Roebling, köprü kulelerinin altındaki sualtı odalarında vurgun yedi ve yatalak oldu. Bunların dışında köprü yapımı sırasında tam 27 işçi çeşitli nedenlerden öldü.
Eğer yolunuz düşerse köprünün üstündeki yaya yolundan mutlaka karşıdan karşıya geçin. Hızınıza göre 20 veya 40 dakikada geçişi tamamlarsınız. Yorulursanız yol boyu sıralanan banklarda dinlenebilirsiniz. Akşamüstü geçerseniz, çok güzel güneş batımı ve Manhattan görüntüleri çekebilirsiniz. Bu kısa yolculuktan sonra, köprünün Brooklyn yakasındaki ünlü “River Café”de bir kadeh içkiyle kendinizi ödüllendirebilirsiniz.
Paylaş