Paylaş
Bu tartışmada “hukuk yollarının zorlanmaması gerektiğini savunanlardan” yanayım.
Geçmişte hukukun aşırı zorlanmasının nelere yol açtığını, hukuk düzeni bir kere bozulursa bunun düzelmesinin hiç de kolay olmadığını görecek kadar bu ülkede yaşadım.
Öte yandan şunu da biliyorum tabii: Bu topraklarda “intikam” hissi güçlü bir duygu ve Türklerin olaylar karşısında Anglosakson soğukkanlılığı göstererek, sakin bir şekilde gelişmeleri izlemesini beklemek gerçekçi değil. 28 Şubat gibi çok sayıda mağdur yaratmış bir girişim için böyle bir beklenti içinde olmak ise hiç değil!
“İntikamcı” cepheden, Elif Çakıroğlu, dün Star gazetesindeki köşesinde şöyle yazdı: “Affetmek için darbecilerin, iştirakçilerin, işbirlikçilerin pişman olması, özür dilemesi lazım. Pişman olan affedilir. Oysa onların eline şimdi dahi fırsat geçse, dün yaptıklarını fazlasıyla yapacaklarını hepimiz biliyoruz.”
Çakır’ın “dün yapacaklarını fazlasıyla yapacaklarını” nereden bildiğini, bilemiyorum. “Niyet okumak” kolay bir iş değil. İnsanların geçmişteki hatalarından ders alabileceklerini varsayarım. Bizim memlekette kolay bir iş değildir, bunu da biliyorum ama peşin hükümlü değilim.
Ama Çakır’ın “pişmanlık ve özür” önerisinin üzerinde durulması gerektiğini düşünüyorum.
Sadece 28 Şubat ile ilgili değil ama. 12 Eylül’ün işbirlikçilerini ve işkencecilerini de kapsayan bir genel “yüzleşmeye” ihtiyacımız var.
Güney Afrika’da “apartheid” döneminin ardından yürütülene benzer bir yüzleşme yapmalıyız. Zalimlerin, mazlumlardan özür dileyerek, pişmanlıklarını belirtmelerine ve geçmiş hataları nedeniyle özeleştiri yapmalarına ihtiyaç var.
“İntikam” duyguları ancak o zaman yatışabilir gibi geliyor bana.
28 Şubat’a rahmet okutacak bir iddia
“EMNİYET amiri, gazeteci ve üniversite öğretim üyesi” Emre Uslu, Taraf’ta çok ilgimi çeken bir iddia ortaya attı. Başbakan’ın eski basın danışmanı ve şu anda Radikal gazetesi yazarı Akif Beki’nin kendisi hakkında “Türkiye’ye döndüğünde MİT tarafından tutuklanacak” diye konuştuğunu iddia etti. Bu iddiasını dün Akif Beki şiddetle reddetti.
Zaten benim ilgimi çeken de işin bu “dedikodu” bölümü değil.
Önce Uslu’nun yazısından ilgili bölümü aktarıyorum:
“Pazartesi günü Başbakan’a yazdığım açık mektupta devletteki tüm dosyalarıma girildiğini, nüfus kütüğüm, askerlik dosyalarım, banka hesaplarım dahil hepsinin gazetecilere servis edildiğini yazmıştım; artık biliyorum. Daha kötüsü bu ‘gazeteciler’ terör bölgesinde yaşayan ailemin adresini yayınlayarak onları tehlikeye attılar. Beni de ellerinde dosyalar olduğu iddiasıyla tehdit ediyorlar. Önce nüfus kayıtlarını yayınlayacaklarını söyleyerek tehdit ettiler. Bana gönderdikleri ‘özel’ mesajla da hakikaten nüfus kayıtlarımın ellerinde olduğunu gösterdiler. Şüpheye yer bırakmayacak şekilde artık nüfus bilgilerimin, banka hesaplarımın ellerinde olduğunu biliyorum. Dün ise yeni bir tehdit mesajı gönderdiler. ‘Hiçbir yerde yayınlanmamış fotoğraflarımı’ yayınlayacaklarını duyurdular. Benim utanacak hiçbir fotoğrafım yok. Yayınlamayan şerefsizdir. Ama burada verilen mesaj farklı. Verilen mesaj şu: ‘Evine girdik evindeki tüm bilgiler elimizde.’ Ben öyle çok fotoğraf çektiren bir kişi değilim. Üçüncü şahıslarda çok fazla fotoğrafım yok. Fotoğraflarım ancak özelime girilerek alınabilir, onlar da bunu yapmış ve tehdit ediyorlar. Bu tehditten sonra şundan eminim: Amerika’ya gelirken kapısını kilitleyip, bilgisayarlarım, kitaplarım ve her şeyiyle öylece bırakarak geldiğim evime bana operasyon yapmaya çalışan MİT girmiş. Oradan aile fotoğraflarım dahil çıkartıp ‘gazeteci’ görüntülü elemanlarına vermiş ve beni tehdit ettiriyor. Bu durumda haliyle evime ne koyduklarından da emin değilim. Tipik bir 28 Şubat yöntemi.”
İddia gerçekten vahim! Eğer bu satırlar bir paranoyanın ifadesi değil de gerçekten yaşanmış şeyler ise, ki yazar öyle iddia ediyor, 28 Şubat’a bile rahmet okutacak bir durum var demektir!
Bu fırtına tahmin edilemez miydi?
GEÇTİĞİMİZ ağustos ayının son günlerinde New York’ta Irene kasırgasına yakalandım, bazı okuyucular hatırlayacaklardır, bu köşede kasırga izlenimlerimi yazmıştım.
Bir bölümünü tekrar aktarıyorum:
“Kasırganın ABD’nin doğu sahiline çarpacağı belli olduktan sonra bir toplumun nasıl organize olup bir felakete hazırlanabildiğini izlemek, benim için ilginç bir deneyimdi.
Bir gün önceden rüzgârın kente hangi hızla vuracağı, kaç kilo yağış bırakacağı belliydi. Alçak yerleri su basacağı için o bölgelerde oturanlara “tahliye emri” verildi. Kentte barınaklar hazırlandı. Kentin geri kalan bölgeleri de iki ayrı kategori olarak işaretlendi. Fırtına beklenenden şiddetli olursa boşaltılacak yerler ve tehlikenin ulaşma olasılığı olmayan yerler belirlendi. Otelim beyaz bölgedeydi, bunun verdiği rahatlıkla kasırga deneyimi için ara ara kafamı dışarı uzatabildim. Cumartesi günü öğlen saatlerinden itibaren metro kapandı, otobüs seferleri kaldırıldı, köprüler ve tünel kapandı. Bunun sonucunda da bütün şehir kapandı: Lokantalar, mağazalar, marketler, bütün işyerleri.”
Irene, New York’u vurduğunda hızı yaklaşık 120 kilometre civarındaydı. Önceki gün İstanbul’u “dağıtan”, insanları saatlerce yollarda bırakan ve ölümlere, yaralanmalara yol açan fırtınanın hızının ise 100 kilometre civarında olduğu belirtiliyor.
Şunu merak ediyorum: Meteoroloji disiplininin bu derece geliştiği bir çağda, bu fırtınanın çıkacağını öngörmek, buna uygun tedbirleri almak bu kadar zor muydu?
İnsanlar fırtınanın çıkacağı saatte sokaklarda dolaşmamaları için uyarılsalardı, belediye bunun için önlemlerini zamanında alsaydı, büyük olasılıkla o yaralanmaların ve ölümlerin de önüne geçilebilirdi.
Yoksa bir kez daha kamu görevlilerinin “adamsendeciliğinin” kurbanı mı olduk?
Paylaş