PROF. Dr. Mehmet Haberal’ın, kendisini yargılayan hâkimlere karşı açtığı tazminat davasını kazanması, AKP’yi harekete geçirdi.
TBMM’ye sunulan kanun teklifi, bundan sonra bu tür davaların kişilere karşı değil, devlete karşı açılmasını ve dava bitmeden dava açılmamasının sağlanmasını hedefliyor. Prof. Dr. Haberal’ın yargılama sürerken yargıçlara tazminat davası açması ve yargıçların mahkûm edilmelerinin garipliği ortada. Böyle bir düzende yargıç güvencesi ve yargıçların üzerlerinde herhangi bir baskı hissetmeden kararlarını verebilmeleri mümkün değildir, buna kuşku yok. Davayı kazananın kimliğinden bağımsız olarak bu ciddi bir sorundu. Ancak, yargılama bittikten sonra bile böyle bir davanın açılamayacak olması da aynı derecede bir sorun ve mahkeme kararlarının keyfiliğini teşvik edecek bir durum. Öte yandan aynı teklif, mahkeme kararlarını keyfi olarak uygulamayan ve görevlerini kötüye kullanarak vatandaşları zarara uğratan devlet memurlarının da kişisel olarak yargılanamayacaklarını öngörüyor. Aynı şekilde işkencecilere karşı da kişisel tazminat davası açılmasının önünü kesiyor. Bu davalar devlete karşı açılabilecek ve devlet sonra uygun görürse kusuru olan kamu görevlilerine rücu edecek. Bu kamu yönetiminde keyfiliğin önünü açacak, hükümetin yasalara uymamaya teşvik edeceği memurları bir koruma zırhı altına alarak kanunların ve mahkeme kararlarının uygulanmamasına neden olabilecek bir düzenlemedir. Böylece kanunlara uymamayı bir alışkanlık haline getiren devlet memurlarının yol açacağı zararları da verdiğimiz vergiler ile bizler karşılamış olacağız. Böyle bir teklifin bir AKP’liden gelmesine aslında hiç şaşırmamamız gerekiyor. Her fırsatta haktan, hukuktan söz ediyorlar ama ellerine fırsat geçtiğinde nasıl bir tahakküm peşinde olduklarını ortaya koymaktan da çekinmiyorlar. Çünkü tek bir amaçları var: Türkiye’yi keyiflerinin istediği gibi yönetmek, hukuk devletini ortadan kaldırmak. Onun için kendilerine uygun bir hukuk yaratma peşindeler.
YÖK Başkanı ateşle oynuyor!
KPSS’de kopya çekildiğini geçtiğimiz ağustos ayının ortalarında öğrendik. Savcılık soruşturma açtı. Başbakan, MİT’e ve Emniyet’e özel görev verdi, “Sorumluları bulun ve dosyayı önce bana getirin” dedi. Sınavda kopya çektiğinden şüphelenilen 350 kişi var. Bunların bir bölümü birbiriyle evli! Bazıları yakın arkadaş. Bazıları, iptal edilen sınavın yerine yapılan sınava girmediler, girenler önceki sınavda aldıkları notların yanına bile yaklaşamadılar. Ortada böyle şüpheliler varken ilk yapılması gereken şeylerden biri de herhalde o şüphelilerin savcılık tarafından sorgulanması olmalıydı. Ama bunun için bu ayın başına kadar beklememiz gerekti. ÖSYM’den istenen listenin Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’na ulaştığı ile ilgili Anadolu Ajansı’nın haberinin tarihi 1 Aralık. Savcılık mı listeyi geç istedi, ÖSYM mi savcılıktan gelen istek yazısını bekletti, bilemiyoruz. Adını koymakta zorlandığım bir durum var bu sınavla ilgili. Sanki gizli bir güç bu soruşturmanın savsaklanmasını, sonuç alınmamasını istiyor gibi. Üzerinde MİT ve Emniyet çalışıyor, şüpheliler de var, savcılık soruşturuyor ama bir adım bile ilerleme yok! Bunu neden yeniden hatırlattığıma gelince: YÖK Başkanı Prof. Dr. Yusuf Ziya Özcan’ın geleceğinden endişeleniyorum! Çünkü ortamda böyle bir “örtbas etme” havası var ama o sanki bunu hiç anlamamış gibi iki-üç günde bir konuyu yeniden hatırlatıyor, suçlular yakalanmadığı için gözüne uyku girmediğini söylüyor vs.! Görev süresi bitmeden üniversitedeki görevine dönmek zorunda kalırsa hiç şaşırmayacağım!
Asıl istedikleri ‘sesini çıkaramayan Türkiye’!
POLİSİN öğrencilerin ve işçilerin protesto gösterilerinde aşırı şiddet kullanması tamamen siyasi otorite ile ilgili bir durum. Tekel işçilerine karşı da böyleydi, üniversite öğrencilerine karşı da böyle oldu. Öte yandan tersini de gördük. Fındık üreticilerinin gösterilerinde yumuşak davrandı diye polis müdürlerinin görevden alındığına tanık olduk. Aynı polisin başka toplumsal gösteriler sırasında, o gösteriler yasal sınırlarını aştığında bile böyle davranmadığını biliyoruz. Mesela, Topkapı Sarayı’ndaki kokteyl ve konseri protesto gösterilerinde hiç de böyle davranmamıştı. Benzeri çifte standart daha önce de yaşanmıştı. HSBC binası, İngiliz konsolosluğu ve sinagoglara yapılan saldırılarda, zanlıların evindeki aramalara giden polis ekibi ayakkabılarını kapıda çıkarma inceliğini göstermiş, bu saygılı tutumları kamuoyunda alkışlanmıştı. Ama aynı ekipler, daha sonra Ergenekon zanlılarının evlerindeki aramalarda hiç de böyle incelikli davranışlar sergilemediler. Demek ki polis amirleri aslında nasıl davranılması gerektiğini biliyorlar ama bazı durumlarda bildikleri akıllarından gidiyor! Buna yol açan şey siyasi otoritenin, yani hükümetin tutumudur. Çünkü hükümet, hoşlanmadığı türden protesto gösterilerini yapanlara karşı sergilenen bu tutuma karşı gerekli tepkiyi göstermiyor, hatta verdikleri demeçlerle bu tutumu destekliyor. Kendisine karşı olarak algıladığı her gösteride polisin benzeri bir tavır içinde olmasının nedeni bu! Ve böyle bir hükümetin “ileri demokrasi” istediğine inanmamız bekleniyor. Kusura bakmasınlar ama sadece bu örnekler bile hükümetin asıl istediğinin muhalefetsiz, sesini çıkaramayan bir Türkiye olduğunu gösteriyor.