SABAH ve ATV’nin, Çalık Grubu tarafından satın alınmasında iktidarın oynadığı rolün ve "yandaş medya yaratma çabasının" eleştirilmesi, beklediğim gibi Sabah yöneticilerini kızdırdı.
"Başyazar" Mehmet Barlas, "Ahmet Çalık’ı nerden kredi aldın, kredinin şartları nedir diye sorgulamayacağız" diye yazıyor. Olabilir, herkesin aynı şeyleri yazması ve sorması gerekmez. Biz sormaya devam edeceğiz.
Genel Yayın Müdürü Ergun Babahan, daha sinirli bir yazı yazmış.
"Kavgadan uzak durmak istiyoruz. Ama kavga etmemiz gerekiyorsa ederiz. Kavgada sınır ve ölçü olmayacağını da hatırlatmak isteriz."
Bir kamu alacağının tahsili için el konulan malın satışı sırasında neler olup bittiğini öğrenmek kamuoyunun hakkıdır.
İhaleye girecekler neden vazgeçmek zorunda kaldılar, Başbakan ve Cumhurbaşkanı yaban ellerde neden para peşine düştüler, kamu bankaları böyle ballı bir krediyi herkese verebiliyor mu gibi soruları sormak, neden kavga çıkarmayı istemek diye yorumlanıyor, anlayamadım.
Hele "kavgada sınır ve ölçü olmayacağının hatırlatılmasını" hiç anlamadım.
Bu "soru sormayı kesin, yoksa fena yaparız" türünden bir tehdit olmalı.
Arkasına hükümet gücünü almış bir yayın organının böyle bir tehditte bulunması çok manidar.
Ama söylemeliyim ki bunlar bizi korkutabilecek şeyler değil.
Saklayacak bir şeylimiz de yok, yasadışı bir durumumuz da.
Biz sormaya devam edeceğiz.
"Yarı resmi Sabah Gazetesi" ne biliyorsa, öyle yapsın!
Sahilde bir yüzer ev hayali
İSTANBUL’da günün birinde kazmayı, küreği denkleştirip, Arnavutköy’de, Akıntıburnu’nda sahilde bir ev yapmaya kalksam başıma nelerin geleceği bellidir.
Belediye ekipleri gelir, orayı başıma yıkarlar. Onları atlatsam Boğaziçi İmar Müdürlüğü ekiplerini atlatamam.
Ama bir vapur yavrusu alıp getirsem ve sahile bağlasam, hayatımın sonuna kadar orada yaşayabilirim. Boğaz’da bu semtler civarında gezinirken düşündüm bunu.
Koca tekneler sahile bağlanmışlar, rıhtımda yürürken denizi bile görebilmenize olanak yok.
Kimisi işi çayhaneye de çevirmiş, genç áşıklar oturup bir şeyler atıştırsınlar diye olsa gerek.
Teknelerin bu kent yaşamındaki önemini reddetmiyorum elbette.
Onlar denizin üstünde olmazlarsa, o denize deniz de denmez zaten.
Ancak halkın yararlandığı sahilleri bir marinaya dönüştürmek de hiçbir belediyecilik anlayışına sığmıyor.
O teknelere daha uygun yerler gösterilmeli ve sahiller yeniden halka açılmalı.
Haliç kıyılarında bu iş için özellikle yaz aylarında kullanılabilecek yüzer pontonlar konulabilecek birçok yer var mesela.
Şehir plancısı değilim, belediye yetkilileri eminim ki benden daha iyi çözümler de üretebilirler.
Ama sanırım önce bu görüntünün bir çirkinlik yarattığını fark etmeleri gerekiyor!
Ah İstanbul İstanbul olalı!
HER kentin kendine özgü bir müziği olduğunu düşünürüm.
Şehre karakterini veren, sokaklardaki insanların, ağaçlardaki kuşların, araçların, rüzgárın, minarelerden yayılan ezan ya da kiliselerden yayılan çan seslerinin yarattığı çok özel müzikten söz etmiyorum.
Orhan Veli gibi "gözlerinizi kapatıp dinleyeceğiniz" bir şey değil.
Gittiğim her şehirde dinlediğim şarkılardan bazılarını ileride ne zaman dinlesem, o kenti hatırlarım.
Melodinin akışı, tınısı, şarkıyı söyleyenin sesindeki inişler, çıkışlar bana hep o özel şehri hatırlatır.
Elimde bir CD var, çıkalı bir hayli oldu.
DJ Salih Saka’nın "İstanbul Lounge" isimli CD’si bu. CD’nin 2. şarkısı Murat İşbilen’in Gülümcan’ı. Bu şarkıyı İstanbul’da güneş batarken dinlerdim hep. Belki yedi tepeli kentimde bir gonca gülüm olduğu içindir, kim bilir?
Sezen Aksu’nun "İstanbul, İstanbul olalı" şarkısı da öyle!
Bir gece sabaha karşı, kaşıntılı ruh halimi tedavi etmek için İstanbul sokaklarında otomobil ile iki yaka arasında gidip gelir ve her tepeden değişik bir manzaraya bakarken dinlemiştim bu şarkıyı ilk kez.
Erguvanlar açtığından beri İstanbul bambaşka. Sokaklardaki laleler, olanca yıpranmışlığına rağmen bu kentin asla yaşlanmayacağını hatırlatıyor bana.
Yakında ıhlamurlar da açacak. Boğaz’da gezinirken rüzgár, ıhlamur kokusunu çarpacak yüzünüze, denizin üstü sanki koca bir çaydanlıkmış gibi yoğun bir ıhlamur kokusu ile dolacak.
Şimdi İstanbul’u yeniden hissetmenin zamanıdır diye düşündüm.
Otomobilinizin müzik sistemine bu CD’yi takın ve trafik magandalarına aldırmadan, sokakların, caddelerin tadını çıkarın!