Paylaş
Chengdu Bölgesi’ndeki depremin olduğu gün cep telefonu çalmış. Arayan kişi Turkcell müşteri hizmetlerinden bir görevliymiş.
Görevli, sistem kayıtlarından arkadaşımın o anda Çin’de olduğunun tespit edildiğini belirterek, sağlık durumunu ve yardıma ihtiyacının olup olmadığını sormuş.
Ayrıca "acil ihtiyaç olabilir" diye, cep telefonu hattına yarım saat ücretsiz uluslararası görüşme süresinin yüklendiği bilgisini vermiş.
Arkadaşım, yıllardır orada yaşadığını bilen herhangi bir konsolosluk görevlisinin kendisini arama zahmetine girmediğini, devlet görevlileri tarafından merak bile edilmediğini anlatıyor.
Bu öyküye bakınca şöyle düşündüm: Türkiye’de "müşteri" olmak, "vatandaş" olmaktan daha iyi bir durum gibi görünüyor.
Vatandaşlar olarak, vergimizle bütün devlet hizmetlilerini finanse ediyoruz ama paramızın karşılığını çoğu zaman bir burun kıvırma, çatık bir kaş, sertçe verilmiş emirler olarak alabiliyoruz.
Öte yandan kabahatin bir bölümünü de kendimizde aramalıyız gibi geliyor bana.
Bazı bakanlara, yüksek devlet görevlilerine bakıyorum, Turkcell ya da benzeri bir büyük şirkette yöneticilerin katında dolaşmasına bile izin verilmeyecek tipler olduklarını düşünüyorum.
Yöneticilerini seçmekte böyle beceriksiz davranan bir halkın, hizmet beklentisinin de çok yüksek olmaması gerekiyor elbette.
Ermeni iddialarıyla mücadele konusu
TÜRK Tarih Kurumu Başkanı Prof. Dr. Yusuf Halaçoğlu, Ermeni arşivlerinin açılması isteğinin "paramız yok" gerekçesiyle çevrilmesi üzerine, gereken harcamayı Türkiye’nin yapabileceğini bildirmiş.
Ama bu isteğe herhangi bir yanıt bile verilmemiş.
Bu haberi dünkü Hürriyet’te okudum ve hiç şaşırmadım. TTK Başkanı neden şaşırmış, onu da anlayamadım.
Çünkü Ermenistan’ın ve Ermeni diasporasının "Tarihi belgeler incelensin, bakalım soykırım yapılmış mı, yapılmamış mı" diye bir dertleri yok!
Onlar kendi tarif ettikleri bir gerçeğin, herkes ve bu arada Türkiye tarafından da kabul edilmesini istiyorlar.
Bütün amaç bu ve bu amaca ulaşmak için de son derece sistemli ve iyi örgütlü bir çalışma içindeler.
"Soykırımın" 100. yılına kadar dünyanın birçok ülkesindeki parlamentodan bu yolda bir karar geçirmek gibi bir hedefleri var.
Ve bununla mücadele edilecekse, bu "belgeleri görelim" söyleminden daha etkili bir uluslararası halkla ilişkiler kampanyası ile mümkün olabilir.
Toplum olarak, son raddeye gelmedikçe bir sorunla yüzleşmemek, o sorunu konuşmayarak yok saymak gibi bir özelliğimiz var.
Nitekim Fransa’da Ermeni Soykırımı Yasası ortaya atıldığında yeri göğü inletmiştik, az kaldı Fransa’ya savaş açacaktık!
ABD’deki Ermeni tasarısı gündemden çıkana kadar da aynı şeyler oldu.
Sonra geleneksel tavrımıza büründük, "yokmuş gibi" davranıyoruz.
Böyle davrandığımız için de bu konuda kimse bizi dinlemiyor.
’Sayın’ demeden önce tanımak gerek
DTP milletvekilleri için Abdullah Öcalan’a "sayın" demek, onu yüceltecek ifadeler kullanmak belli ki örgüt içinde ciddiye alınmak için gerekli bir koşul.
Bu ifadeleri kullandıkları için haklarında açılan her soruşturma, kariyerlerinde parlak bir iz bırakıyor olmalı ki aynı tutumu ısrarla sürdürüyorlar.
Abdullah Öcalan ile ilgili bir kişilik çözümlemesi var.
Vamık D. Volkan, dünyanın önde gelen psikiyatrları arasında sayılıyor.
"Kan Bağı-Etnik Gururdan Etnik Teröre" isimli kitabı, İngilizce, Japonca ve Almancadan sonra Türkçe de yayımlandı.
Volkan, Yalçın Küçük’ün, yakalanmasından önce Abdullah Öcalan ile yaptığı ve kitap olarak yayımlanan bir söyleşiden yararlanarak, teröristin kişilik çözümlemesini yapıyor.
Sadece DTP milletvekillerine değil, Abdullah Öcalan’ın kişiliğinde kendisine bir "model" bulanların bu kitabı okumalarını öneririm.
Şiddeti ve öldürmeyi yücelten, çocukluğunun soğuk çevresi, annesi tarafından reddedilmesi ve aşağılanan bir babanın varlığının yarattığı kişilik bozuklukları içinde kıvranan bir portre var karşımızda.
Vahim olan şey, onun bu durumundan çok, böyle bir kişiliği "saygın bir önder" olarak görebilenlerin varlığı sanırım.
Paylaş