Paylaş
AKP milletvekili Şamil Tayyar da “İster merdivenleri boyasınlar, ister kıçlarını” diye yazmış.
Bugün memleketin başında olan zihniyetin terbiye seviyesi işte budur.
Bir seviyeden söz edebilmek ne kadar mümkün, orası da ayrı mesele tabii.
“Seviye” yine de bir tür yükseklik belirtiyor, az ya da çok!
Karşı karşıya olduğumuz durum ise daha çok bir “çukura” işaret ediyor.
“Şeyini şey ettiğimin şeyi” demek bunlarda!
“Ananı da al git” demek de.
Meclis Genel Kurulu’nda ana–avrat küfreden de aynı heyetten.
Genel bir seviyesizlik hali.
Merak ediyorum, bunları uluorta söyledikten sonra çocuklarına nasıl terbiye veriyorlar?
Kötü sözler söylemenin iyi bir davranış şekli olmadığını nasıl öğretiyorlar?
Çocuk bu! Yumurtayla terbiye edilmiyor ki!
O gün neredeysem bugün de oradayım
BAŞBAKAN Recep Tayyip Erdoğan, hayatının anlatıldığı belgeselde, şiir okuduğu için mahkûm edildiği gün kendisi için “Muhtar bile olamaz” diye yazıldığını, bugün demokrasi diye tutturan benim gibilerin o gün sustuğunu söyledi.
Evet, o mahkûmiyetin hukuki sonucu af ve kanun ile değiştirilmeseydi muhtar bile olamazdı.
Bunun için Deniz Baykal’a da teşekkür etmeli ve kendisine sormalı:
Bugün, iktidar gücü de elindeyken, kendisi hapisteki milletvekilleri için kılını kıpırdatıyor mu?
Biliyorum, başı okumak eylemi ile hoş değil ama mahkûm edildiği gün Radikal’deki yazımın başlığı şöyleydi: “Düşündüğünü ifade etmek herkesin hakkı.”
Tarih 22 Nisan 1998.
Yazım şöyle başlıyor:
“İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın siyasi bir toplantıda yaptığı bir konuşma nedeniyle mahkûm edilmesi Türkiye’nin düşünce özgürlüğü bakımından dünyadaki konumunu belirlemesi bakımından önem taşıyor.”
Bugün ne söylüyorsam, o gün de aynı şeyi söylemişim:
“Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan beri ‘özgür, medeni ve demokratik Batı’nın bir parçası olmak’ konusundaki temel tercihi de, mevcut hukuki durumu tartışmamızı ve değiştirmek için bütün gücümüzü harcamamızı gerektiriyor.
“Türkiye demokratik ve özgür Batı’nın bir parçası olacaksa, düşünce ve düşündüğünü ifade etme özgürlüğünün her türlü kısıtlamadan uzak olması gerekiyor.
Düşünce ve düşündüğünü ifade etme özgürlüğünün kısıtlanmasının bütün demokratik ülkelerde tek bir sınırı var: Şiddet.”
Bu satırları da sanki bugünü görmüş gibi yazmışım:
“Türkiye’de yapılan temel yanlışlardan birisi de, ifade özgürlüğünün sınırlarının belirlenmesinde o görüşün sahibinin kim olduğuna bakılmasıdır.
Bu yüzden herkes kendi canı yanınca sesini yükseltiyor, başkası aynı durumdan ceza aldığı zaman olayı görmezden gelmeyi tercih ediyor.
Recep Tayyip Erdoğan olayında da muhtemelen böyle olacak. Daha önce kendisi için düşünce özgürlüğünün kısıtlanmaması gerektiğini savunan bir kesim susarken, iktidardayken düşünce özgürlüğünün geliştirilmesi için hiçbir çaba harcamayan, hatta statükonun korunması için direnen bir kesim ise feryat edecek.
Düşünce ve ifade özgürlüğünün geliştirilmesi için ilk yapmamız gereken şey işte bu davranış biçimini terk etmektir.
Düşünce ve düşündüklerini ifade etme özgürlüğü herkes içindir. Bazı görüşleri beğenmesek ve toplumun geleceği için tehlike olarak görsek de bu durum değişmez.
Demokrasi kendi karşıtı olan düşüncelerin ifadesine de aynı saygıyı göstererek büyür, gelişir, topluma kök salar. Demokrasinin korunmasının tek yolu da budur.”
Elbette Başbakan’ın bizlerden özür dilemesini beklemiyorum.
Kendisi için istediği demokrasi ve ifade özgürlüğünün bugün kendisi gibi düşünmeyenler için de
şart olduğunu idrak etsin, bana yeter.
Kına da yakmadım üzülmedim de
İSTANBUL’da olimpiyat düzenleme fikri ilk ortaya atıldığında, Hürriyet’in Genel Yayın Müdürü Yardımcısı idim.
İstanbul’un ilk kez aday olduğu 2000 Olimpiyat Oyunları için sürdürülen hazırlıkların bir bölümünde de bulundum.
Rahmetli Cüneyt Koryürek, Olimpiyat Komitesi adına işin medya ayağını yürütüyordu ve onun davetiyle Hürriyet’in adaylık sürecinin sponsorlarından birisi olmasını ben sağlamıştım.
Monaco’daki oylamada da sonucu üzülerek izlemiştim.
Yani İstanbul kaybetti diye “kına yakanlardan” biri değilim.
Ama doğrusunu isterseniz bu kez üzülmedim de.
Üzülmemiş olmamın birinci nedeni olimpiyat oyunlarının açılış ve kapanışı için İstanbul Boğazı’nın orta yerine bir stadyum yapılacak olmasıydı.
Yarışmayı kaybedince, İstanbul’a kalıcı bir zarar verecek olan bu projenin de artık “yatacağını” ümit ediyorum.
Tabii “inşaat lobisi” AKP’nin kodamanlarını bu stadyumu yapmak üzere yine “ikna” edebilir, orası ayrı mesele.
Olimpiyat Oyunları için kamu kaynaklarından 19 milyar dolar harcanacaktı.
Yola böyle çıkılıyor ve dünyanın her yerinde yola çıkılan paranın ikiye–üçe katlandığını da biliyoruz.
Türkiye’de de böyle olacaktı, buna kuşku yok.
Böylesine bir bütçenin, doğru dürüst olimpik spor yapılmayan bir ülkede taşa toprağa yatırılmasının yanlışlığına inanıyordum.
Başbakan da şimdi öyle söylüyor: Madem böyle bir bütçe var, bunun hiç olmazsa bir bölümünü yeni sporcular yetiştirmek için planlı ve programlı bir şekilde harcamak daha doğru.
“İthal sporcu” yanlışına düşmeden tabii!
Başbakan, İstanbul’un kazanamamasını bir tür İslam karşıtlığına da bağlıyor.
Mesele sadece bu olsaydı 2022 Dünya Kupası, Katar’a verilmezdi diye bir not düşelim.
Bir de şu var tabii: Kadın sporcuların yarışmalarda giydikleri giysilere bakınca, sporcu yerine “bir çift çıplak bacak” görme eğiliminde olan yerlerde olimpiyat düzenlenebilir miydi?
Paylaş