Âşıkken kendinden artar her şarkının sözleri

ÜZERİNDE siyah, dümdüz, bol ve uzun bir elbise vardı.

Haberin Devamı

Gözlerinde hüzün mü, merak mı, neşe mi, baştan çıkarıcı mı olduğunu kestiremediğim bir ifadeyle sahneden bakıyordu.
Gözlerindeki ifadeyi çıkaramıyor olmamın nedeni, aramızdaki mesafe değildi. Elimi uzatsam dokunabilecek kadar yakındım çünkü.
Söylediği şarkının sözlerine göre sanki gözündeki ifade değişiyor gibiydi. Sözleri anlayamıyordum ama içerdiği duyguyu sanki ellerimle tutabilecek kadar da kendime yakın hissediyordum.
Siyah saçlarını toplamamıştı. Çok uzun değildi ama Ege’den esen hafif bir meltemle uçuşuyor, başını her çevirişinde bir perçem sol kaşının üzerine yapışıp kalıyordu.
Kıpkırmızı boyanmış dolgun dudakları bugüne kadar kim bilir kaç erkeği perişan etmişti.
Şarkılarını söylerken bazen buğulu, bazen boğuk, bazen hafifçe çatlayan sesi, sıraları hıncahınç doldurmuş izleyicilerinin üzerine bir tsunami dalgası gibi çarpıyordu.
Ardından hafifçe geri çekiliyor, sonra bir dalga daha!
Güngörmüş, çok şeyler yaşamış olgun bir kadın sesiydi.
Sahnedeki kadın Haris Aleksiu idi, bizim Harula’mız. Harula mu!
Üç–dört yıldır tutulamamış bir sözü en sonunda tutabilmek için Atina’da Haris Aleksiu konserine gitmiştik.
En son bu yaz Kalimnos’ta iki Yunanlı meslektaşımızın düğününde sözümüzü bu kez tutacağımızı söylediğimizde gözlerini hafifçe kısarak “Will be, will be” demişti! Artık bu kez kaytaramazdık, bir grup arkadaşla toplanıp gittik.
Onu sahnede kaç kez dinlediğimi hatırlamıyorum, plaklarını ise sözlerinin çoğunu anlamasam da ezberleyecek kadar çok dinledim.
Benim için Yunanistan’da iki kadın sesi var: Birisi Haris Aleksiu, diğeri Elefteria Arvenataki.
Birincisi toprak ise ikincisi ateş!
Birincisi “Ola se thimizoun” ise ikincisi “Tzivaeri”! (Youtube’da iki şarkıyı da dinlerseniz, ne demek istediğim daha iyi anlaşılacak.)
Harula ile Mustafa Oğuz sayesinde tanıştım ve o ilk günden beri sanki bin yıllık arkadaşım gibi hissediyorum.
Karşılaştığınızda sizi sanki kalbinin içine sokarcasına sarılmasının rolü var, yoksa ben hemen arkadaşlık kurabilecek sıcak bir insan hiç olamadım.
Yunan mitolojisinin binlerce yıl öncesinde kaldığını düşünebilirsiniz.
Ama öyle değildir. Mitolojideki her bir figürün bugün de kanlı canlı bir karşılığını bulabilirsiniz, görür görmez “Bu kadın (adam) işte o” diyebilirsiniz.
“Harula mu” da bana Afrodit’i çağrıştırır.
Böyle söylediğim için alaycı bir tebessüm ile karşılaşabileceğimi biliyorum.
Aldırmıyorum tabii.
Çünkü mitolojik kahramanlar ile ilgili imajlar, hayal güçleri geniş ressamlar, heykeltıraşlar ve şairlerce yaratıldı.
“Afrodit” denildiği zaman gözünüzün önünde işveli, cilveli, göz alıcı bir kadın canlanır. Sevmeyi, sevişmeyi, erotik aşkı çağrıştırır.
O Ege’nin bir “yılan” (kimileri Kronos’un kral babası Uranos’u devirirken bir orakla cinsel organını keserek denize düşürdüğünü, Afrodit’in böylece köpüklerin içinden doğduğunu da söyler) ile birleşmesinin ürünüdür.
Yaradılış denizinden doğan ilk kadındır.
Kendi aşk hayatının efendisidir, hiçbir kural, hiçbir engel tanımaz.
Onun için heykeller, resimler onu baştan çıkarıcı bir kadın olarak betimlerler, baştan çıkarıcılığı vücudunun hatlarında gizlidir.
Harula için böyle bir tanım yapamam, ama şunu çok iyi biliyorum:
Bir kadın âşık olduğunda içinden bir Afrodit doğar.
Nereden çıktığı bile belli olmayan bir yılanın Ege sularıyla oynaşırken yarattığı kadın, âşık kadının içinden başkaldırır.
Kendisi olmaktan çıkar, artık herhangi bir kadın değil, âşık bir kadındır.
Bu duygunun çevresinde oluşturduğu aura, sanki bir manyetik alan yaratır, erkeğini kendisine doğru çeker.
Harula’yı sahnede izlediğiniz zaman böyle bir duyguya kapılırsınız. Onu Afrodit’e benzetmemin nedeni budur.
Gizli bir el, yüreğinizi avucunun içine alır, sahneye doğru çeker, gözlerinizi alamazsınız, başka şey düşünemezsiniz, kulaklarınız sesini içerken, teslim oluşun hazzını duyarsınız.
Genizden, boğuk, yanık, sert kadın sesi! Boşvermiş. Kaderin her türlü cilvesini yaşamış bir ses.
Ve sahnede bir tanrıça gibi süzüldükten iki saat sonra bir tahta masaya kadehini vurup “İzmirli kahpe hayde vre” der, yeniden yeryüzüne inersiniz.
Saçları imbatta uçuşan, büyülü gözleriyle dünyaya biraz da hayretle bakan, neşeli, dalgacı bir İzmirli kızdır çünkü.
Ona kırık Türkçe azarlama sözcükleri öğreten anneannesinin doğduğu köy İzmir’de barajın altında kaldı ama Gaziemir’deki bir caddede İzmirliliği devam ediyor.
Leros’ta, Takis’in yerinde, bir rakı sohbetinde eline gitarı alıp içinden geldiği gibi şarkılarını söylerken ona eşlik de ettim.
O Yunancasını söyledi, ben Türkçesini.
Mia pista apo fosfora... Aşk için ölmeli, aşk o zaman aşk...
Ola se thimuzoun... Olmasa mektubun, yazdıkların olmasa...
Murathan Mungan, Eteğimdeki Taşlar isimli kitabında yer alan bir şiirinde şöyle diyor:
“Âşıkken kendinden artar her şarkının / sözleri / söylenemeyenin gölgesi.”
Harula
’yı, Sezen’i bunun için daha çok seviyorum sanıyorum. Söyleyemediklerimin gölgesinde hayatımı budalaca yaşadığımı saklayabildiğim için!

Yazarın Tüm Yazıları