Paylaş
Bizim memlekette genellikle sesi daha yüksek çıkanların oluşturduğu gündem konuşulduğu için Babacan’ın söyledikleri de o gürültü arasında kayboldu.
Babacan, iktidar dönemleri boyunca verdikleri sözlerden çıkmadıklarını söyledi.
Bunu söyledikten sonra da şöyle konuştu:
“Gerçi zaman zaman altına imza attıkları belgelerde olanlardan farklı konuşanlar oluyor. Buna da demokrasinin bir parçası diye bakıyoruz. Attığı imzadan farklı konuşanlar her dönemde oluyor. Bizim aramızda da bunu yapanlara rastlanıyor.”
Babacan açık siyasi polemiklere giren bir politikacı değil ama söylediği sözlerden kimi kastettiğini bilebiliyoruz.
Babacan’ın yönetimi altındaki ekonomi bürokratlarından, Merkez Bankası’nın ve diğer ekonomik kurulların “bağımsızlığından” kim şikâyet ediyorsa, bilin ki onu kastediyor.
Babacan bunları söyledikten sonra şuna dikkat çekti:
“Sistem kişilere aşırı bağımlı hale gelmemeli. Kişilere bağlı sistem hastalık işaretidir. Sistem, liderler dahil kişilere bağlı olmamalı. Onun yerine kurallar işlemeli. İnsanlar fani. Herkes fani.”
Sistemi “kişilere” değil hem de “tek bir kişiye” bağımlı hale getirmek isteyen kim?
Babacan burada da doğrudan bir isim vermiyor ama kimi kastettiğini tahmin etmemiz yine hiç zor değil.
Öyle görünüyor ki gidişattan rahatsız olanlar sadece eskiden AKP’ye oy veren ama bu seçimde “kararsız” kaldıkları anlaşılanlar değil.
Belli ki AKP içinde hesaplaşması seçim sonuna bırakılan bir huzursuzluk var.
Çok kalmadı. Bekleyelim, göreceğiz.
Normal hukuk düzeninde böyle olur
ESKİ İsrail Başbakanı Ehud Olmert, ABD’li bir işadamından rüşvet aldığı gerekçesiyle 8 ay hapis cezasına çarptırıldı.
Olmert, yolsuzluk yaptığı gerekçesiyle daha önce de altı yıl hapis cezasına çarptırılmıştı.
Dün bütün gazetelerin internet sitelerine filan baktım, Olmert seçilirken yüzde kaç oy almış, kimse buna haberlerinde yer vermemiş.
Neyse, zaten yüzde kaç oy aldığı ile niye ilgilenelim ki, adam yolsuzluk yapmış, rüşvet almış, “Başbakandır” dememişler, hapis cezasını yapıştırıvermişler.
Kimse de “Vay hükümete darbe yapılıyor” diye ayağa kalkmamış.
Olması gereken, olması gerektiği gibi olmuş yani.
Olmert, yolsuzlukla suçlanınca istifa etmiş, yerine yeni hükümet kurulmuş, İsrail Meclisi’nde güvenoyu almış ve göreve başlamış.
17–25 Aralık rüşvet ve yolsuzluk soruşturmaları, normal bir hukuk düzeninde yaşıyor olsaydık, böyle sonuçlanırdı zaten.
Suçlananlar istifa ederler, gerekirse Meclis’teki çoğunluk partisi yeni bir hükümet kurar, yola devam edilirdi.
Bu arada tarafsız ve objektif bir yargılama yapılır, suçu kanıtlananlar mahkûm olur, suçu kanıtlanamayanlar aklanmış olarak siyaset yapmaya devam ederlerdi.
Ama bu soruşturmalar “Darbe yapılıyor” gerekçesiyle engellendi, suçlananlar Meclis’te de aklandı ama görüyorsunuz ki hesapta aklanmış olmalarına rağmen siyasette artık yer almıyorlar.
Hangisi daha doğru oldu?
O soruşturmada suçlananların, bunu her gün yeniden düşünmelerinde yarar var.
Başbakan’a, ‘Başbakan’ demek hakaret mi?
BAŞBAKAN Ahmet Davutoğlu, Show TV canlı yayınına çıktı. Hükümet kontrolündeki bir kanalda, kendisine sorulmasına izin verdiği soruları yanıtladı.
“Ustasından” öğrendiği gibi yaptı yani. Neden kendilerine gerçek sorular soracak gazetecilerin karşısına çıkamadıkları ayrı bir mesele. Çıkamıyorlar, çünkü bazı sorulara verebilecek yanıtları yok, onun için böyle bir yol izliyorlar.
Başbakan, kendisine sorulan çanak soruları yanıtlarken âdet olduğu üzere Doğan Grubu’na da sözü getirdi.
Bir terör saldırısı sonunda kaybettiğimiz Savcı Mehmet Selim Kiraz’ın cenaze töreninde akreditasyon uygulanmasını ve Allah’ın evi camiye girişlerin kendi emriyle sınırlandırılmasını savundu.
Bu yasakçı tavrı eleştiren Hürriyet’i suçladı.
Kendisinin ne kadar “özgürlükçü” olduğunu anlatırken “Hürriyet’i toplattırmadığını” söyledi.
Ben bu işlere mahkemelerin baktığını zannediyordum. Demek ki Türkiye, artık gazete toplatma kararlarını başbakanların verdiği bir ülke olmuş, haberimiz yok.
Başbakan, yasakçı tavrını eleştiren Hürriyet açıklamasını da “kendisine hakaret” olarak algılamış.
“Kimse bu milletin ve halkın onurunu koruduğum için bana hakaret edemez, o şehidin onurunu koruduğum için bana hakaret eden, aynı muameleyi görür” diyor.
Bu iktidarın basın özgürlüğüne bakışını özetleyen bir yaklaşım bu.
Eleştiri “hakaret” olarak algılanıyor. Kendilerini öyle bir mevkide görüyorlar ki eleştiriyi, kabul edilemez bir hakaret olarak algılıyorlar.
Bir de Hürriyet’e koşul öne sürüyor: Rahmetli savcının acılı eşinden ve çocuklarından bir başyazı ile özür dilemeliymişiz... Bunu yaparsak “kendisine yapılan hakareti ve eleştiriyi göz ardı edebilirmiş”.
Özrü dilemesi gereken, savcısını koruyamayan hükümettir, başkası değil, önce bunu bir hatırlatayım.
Başbakan sonra şöyle diyor:
“Kusura bakmasınlar, kimseye tepeden baktırmam. Ne bana kimse tepeden bakar, ‘başbakan’ falan diye yazı yazabilir, ben bu milleti temsil ediyorum.”
Demek ki Başbakan’a, “Başbakan” diye hitap etmek, “tepeden bakma” oluyor.
Ne diyecektik peki: “Haşmetmeabları” mı? “Ekselansları” mı? Başbakan belli ki çok havalanmış, biraz ayaklarını yere bassa iyi olur.
Kendisi dil de biliyor, baksın bakalım demokratik dünyada, gazeteciler başbakanlara nasıl hitap ediyorlar?
Paylaş