Sanatçıya ve eserine saygıyı unutmamak gerek

RESSAM arkadaşım Bubi bugünlerde biraz üzgün ve ama daha çok şaşkın.

Bubi, eserlerini üretirken deyim yerindeyse malzemesini “çöpten” çıkarıyor. Eski kâğıtlar, gazeteler, kumaş ve iplik parçaları gibi malzemeler.
Bunları kendine özgü bir teknikle bir araya getiriyor ve neresinden baksanız “özgün” bir sanat kimliği var.
İstanbul Modern Müzesi’nin düzenleyeceği Gala Gecesi’nde satılmak üzere eser istenen sanatçılar arasında Bubi de var.

Sanatçıya ve eserine saygıyı unutmamak gerek

Bubi de bunun için özel bir çalışma yaptı ve bronz-altın görünümlü bir “oturak” yarattı.
Fotoğrafını bu köşede görüyorsunuz.
Bubi, bu eserinde sanat eserinin kutsallığı ve bu kutsallığın üzerine oturduğu ve gereksiz bulduğu değerleri sorguluyor.
İlk bakışta bir koltuğu andırıyor ve oturma yerinde de bir gerçek “oturak” yer alıyor.
Müze yetkilileri Bubi’den bu oturağın kaldırılarak eserin bir koltuk formuna dönüştürülmesini ya da oturağın üzerinin örtülmesini istemişler.
Bubi’nin şaşkınlığı bundan kaynaklanıyor.
Bir sanat eserini, bir müzede sergileme ya da müzayedeye koyma kararı kuşkusuz ki müzenin yöneticilerine ya da küratörüne ait bir karardır.
Bu hakkı nasıl kullandıklarını eleştirebiliriz ama elbette herkesin kendine göre bir sanat anlayışı vardır, sonuçta karar onlara aittir.
Ancak bir müzenin bir sanat eserine böyle doğrudan müdahale anlamına gelebilecek tutum içinde olması kabul edilemez.
Sanat yapıtına ve sanatçının tercihlerine saygı önemlidir ve özellikle de bir müzenin bu konuda herkesten daha hassas olması gerekir.
Bu tartışma nasıl sonuçlanır bilemiyorum. Ama müzenin bu tutumunda ısrar etmeyeceğini ummak istiyorum.

İstanbul’daki ‘Anadolu lezzet durakları’

İSTANBUL ’u, kendisi kadar kalabalık nüfuslu diğer dünya metropollerinden ayıran en önemli özelliklerden biri de kuşkusuz ki aynı zamanda bir “küçük Türkiye” olmasıdır.
Sanayileşme ve tarımdan kaçış ile birlikte büyük bir göç alıp hızla büyüyen bu kent, Türkiye’nin değişik yörelerinden gelen insanları “İstanbullu potasında” eritmeyi başaramadı ve böylece eklektik bir kent görünümü de kazandı.
Bu kaçınılmaz olarak İstanbul’un “lezzet haritasına” da yansıyan bir durum.
Edirne’den Iğdır’a, Sinop’tan Hatay’a kadar her ilin, her yörenin özgün mutfağı İstanbul’da yaşıyor ve yaşatılıyor.
Atlas dergisinin yeni piyasaya çıkan İstanbul Özel Sayısı’nda “İstanbul’da Anadolu Lezzeti-Yöresel Mutfağın 40 Seçkin Adresi” isimli bir kitap eki de var.
Sert kapaklı bir cilde sahip kitap, adından da anlaşılacağı gibi İstanbul’daki “yöresel lezzet duraklarını” anlatıyor. Bu kitap için ciddi bir ekibin çalıştığını, yaklaşık altı aylık bir tarama sonucunda tespit ettikleri lokantalara bizzat giderek yemekleri de tattıklarını biliyorum.
İstanbul’da yenebilecek en iyi Adana Kebabı’nı, en iyi Antalya Piyazı’nı, Balıkesir’in Lor Mahlut’unu, Bayburt’un Lor Dolması’nı nerede bulabileceğinizi ve nasıl yapabileceğinizi tarif ediyor. Çorum’un Cazlak Kebabı, Düzce’nin Haluj’u, Eskişehir’in Çibürek’i ve her yörenin en orijinal yemeğini anlatıyor.
Kitabı alınca içimden gelen ilk duygu kendime bir plan yapıp, her hafta sonunu bir yöresel lokantada geçirmek oldu. Bu bana biraz fazla kiloya da mal olacak gibi görünüyor ama bu yemekleri tatmazsam artık eksikliklerini hissedeceğimi de biliyorum.

Mutfakta ekip ruhu!

İSTANBUL Maslak’ta bir Mutfak Sanatları Akademisi var. Birçok genç, bir meslek öğrenmek için ya da sadece kişisel zevklerini geliştirmek için bu Akademi’nin kurslarını izliyor.
Akademi’de bir de 28 kişinin aynı anda yemek yaparak, yaptıkları yemekleri birlikte yiyebilecekleri bir mutfak da var.
Geçen gün bir grup arkadaş ile birlikte bu deneyimi yaşadık.
Bir şef aşçı önderliğinde salata, safranlı rizotto ve kremalı, mantarlı biftek pişirdik.
Birçok şirket, çalışanlarına bir ekip ruhu kazandırabilmek için değişik etkinlikler yapıyor. Hep birlikte doğa sporları yapmak, takım oyunlarıyla çalışanlar arasındaki dayanışmayı arttırmak gibi etkinlikler bunlar.
Orada önümüzdeki malzemeleri kullanarak, aşçının bize tarif ettiği yemekleri yaparken bu işin de benzer bir “takım ruhu geliştirme faaliyeti” olabileceğini düşündüm.
Mutfakta bir araya geldiğimiz arkadaşlardan bir bölümü ile birlikte çalışıyoruz, bir bölümü de deyim yerindeyse “iş ortaklarımız” sayılırlar.
Yemek ikişer kişilik ekipler halinde yapılıyor, çünkü hepsini bir kişinin pişirip, ötekilerin yemesinin bir anlamı yok, zaten o zaman bir lokantaya ya da eve gitmek de yeterli.
Herkes aynı şeyi pişiriyor ve birlikte yiyor. Elbette herkes kendi pişirdiğinin en lezzetlisi olduğu kanısında, öteki tencerelerden birer kaşık tatmak bu sonuca varmaya yetiyor!
Kalabalık ve birbirlerini az gören ailelere ve ekip ruhu geliştirmek isteyen şirketlere bu deneyimi yaşamalarını öneriyorum.
Yazarın Tüm Yazıları