BAŞBAKAN Recep Tayyip Erdoğan dolaylı vergilere yapılan zamları eleştirenlere kızdı.
“Cari açık sorunu olan bir ülkede, dikkat etmezsek, işi sıkı tutmazsan Yunanistan’a döneriz. Eşeği sağlam kazığa bağlamak zorundayız” dedi. Demek ki “cari açık” meselesine dikkat çekenler haklı imişler! O halde neden daha önce bu soruna dikkat çekenler “ekonomik bozgunculukla” suçlanıyorlardı? Bunu gerçekten merak ettim. Başbakan, konuşmasında âdeti olduğu üzere medyayı eleştirdi ki çünkü Türkiye’de iyi gitmeyen her şeyden biz gazeteciler sorumluyuz! “Sigarayı içmezsin olur biter. Alkolü daha az tüketirsin olur biter. Kalkıp da Porsche kullanacağına Fiat’a bin. Biraz daha düşür harcamanı” diye konuştu. Sigara ve aşırı alkol tüketimiyle mücadelede yüksek vergilendirme dünyanın birçok ülkesinde uygulanan bir politika. Burada da uygulanmasına benim kişisel bir itirazım yok. Bu tür mücadele, içki ve sigaraya doğrudan müdahaleden daha iyidir diye düşünüyorum. Zaten artık işe gitmek için sabah namazında ayağa kalkacağımız için gece erken yatacağız, içki içecek zaman da kalmayacak! Porsche meselesine gelince durum biraz karışık tabii! O tür lüks otomobilleri almak isteyenler için hâlâ büyük bir sorun olduğunu düşünmüyorum. Ama ayağını yerden kesmek için küçük bir otomobil almak isteyen memurların, öğretmenlerin, işçilerin ve esnafın bu hayale bir süre daha veda etmesi gerekecek. Ve bir de şu var tabii: Bakıyorum bütün devlet büyüklerimiz hortumla benzin içen dev Mercedes’ler ile dolaşıyorlar. Sadece Başbakan ve bakanlar değil, valiler ve üst düzey bürokratlar da aynı konforu yaşıyorlar. Madem milletçe tasarruf edeceğiz, neden o koca otomobillerini Türkiye’de üretilen küçük otomobillerle değiştirmiyorlar? Cari açık, sadece bu gariban milletin lüks özleminden mi kaynaklanıyor? Bu sözler bana Marie Anto-inette’i hatırlatıyor: “Ekmek bulamıyorlarsa pasta yesinler” cümlesinin tersten kurulmuşu gibi: “Porsche bulamıyorlarsa Fiat ile gezsinler!” Ama insanlarımızın sorunu zaten o Fiat’ı da alamıyor olmak. Bu yazıya da noktayı Mehmet Tezkan’ın dün Milliyet’te yazdığı bir cümle ile koyayım: “Eskiden zam yapana kızılırdı, şimdi zam yapan kızıyor!”
Er Gilad Şalit’i kurtarmak!
HAMAS ’ın elinde yıllardır esir olarak tutulan İsrailli er Gilad Şalit, uzun pazarlıklardan sonra binden fazla Filistinli esir ile değiştirilecek. Hatırlayacaksınız, bu anlaşma açıklanırken taraflar Türkiye’ye de teşekkür ettiler. Bu durum kaçınılmaz olarak yandaş medyada “hükümetin arabuluculuktaki muazzam başarısı” olarak lanse edildi. Başta Dışişleri Bakanı olmak üzere kimsenin de buna tevazu ile yaklaştığını görmedim. Hükümet, bu olayın kendi hanesine bir “başarı” olarak yazdı. Ayrıntıları okudukça anlıyoruz ki Başbakan bu iş için MİT Müsteşarı’nı görevlendirmiş, gezi programında olmadığı halde sırf bu nedenle Hakan Fidan’a “Çantanı topla, sen de geliyorsun” bile demiş. Başbakan ve öteki yetkililer daha önce bugünkü MİT Müsteşarı’nın PKK ile görüşmelere katılmasını “Devlet adına katıldı, hükümet adına katılmadı” diye açıklamışlardı. Yandaş medyada da bu konuda bir hayli yorum okumuştuk, “Devlet adına katıldı, hükümet adına değil” diye! Ama aynı kişinin esir asker için arabuluculuk çalışmalarına katılmasını ve sonunda esir askerin serbest kalacak olmasını hükümetin başarısı olarak değerlendirmekte sakınca görmüyorlar. Bu nasıl oluyor, ben de bunu merak ediyorum: MİT Müsteşarı ne zaman “devlet” adına, ne zaman “hükümet” adına iş yapıyor? Eminim kendisinin de kafası bu konuda bir hayli karışmıştır!
Şikâyet etmeden önce yapılması gereken şey
ÇAĞDAŞ Hukukçular Derneği İstanbul Şubesi, İstanbul yargı çevresindeki “tutuklu öğrencilerin” sayısının 89 olduğunu açıkladı. Raporda Türkiye ölçeğinde bu sayının daha da büyük olduğu vurgulanmakla birlikte kesin bir sayı verilmiyor. Öğrencilerin büyük çoğunluğunun neden tutuklandıklarını biliyoruz: Parasız eğitim için gösteri yapmak, üniversiteyi ziyaret eden devlet yetkililerini protesto etmeye kalkışmak, pankart açmak, basın açıklaması yapmak gibi “suçlar”. Bunların hiçbiri tutuklu yargılanmayı gerektirmiyor. Zaten demokratik bir ülkede “suç” sayılmaları bile kendi başına tuhaf bir durum! Öğrenciler tutuklu yargılanıyorlar ve bu nedenle okullarından bile atılıyorlar çünkü yargı düzenimiz onları “terörle mücadele yasası” kapsamında ele alıyor. Silahlı bir örgüte üye olmamış, silahlı bir eyleme katılmamış, sadece pankart açıp slogan atmışlar ve bu nedenle terör örgütü üyesi olarak yargılanıyorlar. Akşam’da Çiğdem Toker’in yazısında okudum ki hükümet de bu işin farkında. Başbakan Yardımcısı Bekir Bozdağ şöyle konuşmuş: “Eğer Yargıtay Ceza Genel Kurulu, lanetlenen bir düşünceyi bile koruyan yorum yapsa, o zaman ilgili maddeyi uygulayan savcı o gazeteciyi, o konferansı vereni ‘sen niye böyle yazdın, böyle konuştun’ diye ifadeye bile çağırmaz. Bugün insan haklarına aykırı ne varsa, hepsinin altında mahkemelerin imzası var.” Evet, yargı sistemimiz kanunları özgürlükleri geliştirici yönde yorumlamıyor ve bu sıkıntı sadece bu hükümet dönemi için değil, eski dönemler için de geçerli bir sorundu. Ancak Bozdağ’a şunu hatırlatmak isterim ki o çocukları bir gösteri yaptılar diye yaka paça tutup savcının karşısına götüren, “terör örgütü üyesidir” diye hayali suç dosyaları hazırlayanlar da hükümetin emrindeki polis ve jandarmadan başkası değildir! Bozdağ madem bu sorundan şikâyetçi, önce İçişleri Bakanı’ndan personelini özgürlükler ve insan hakları konularında eğitmesini rica etmeli.