Fenerbahçe parasının peşine düştü ama FIFA o anlaşmazlık çözülene kadar Ortega’ya ‘geçici bir lisans’ verilmesinin yolunu açtı. Çünkü amaç, kulüpleri olduğu kadar oyuncuyu da korumaktı.
Ribery, Marsilya’ya kaçtığında Galatasaray’ın lisanslı ve sözleşmeli oyuncusuydu. Galatasaray’ın sözleşmedeki bazı hükümleri yerine getirmediği iddia edildi; ama bu onun Marsilya forması giymesi için yeterli değildi. Anlaşmazlık çözülene kadar oyuncuya geçici lisans verildi, Ribery halen bu lisansla oynuyor.
Deniz Barış’ın da Fenerbahçe ile sözleşme yaptığı sırada Gençlerbirliği’nin lisanslı, sözleşmeli oyuncusu olduğu iddia ediliyor. Buna karşılık bizim Tahkim Kurulu’nun kararı Deniz’e futbol oynamayı yasaklamak!
Tahkim Kurulu-Futbol Federasyonu çekişmesinde kimin haklı olduğunu anlamak istiyorsanız Deniz ile Ribery ve Ortega’nın durumlarını karşılaştırınız.
Gerçekten uzmanına sormuşlar
ZAMAN zaman insanların ne kadar unutkan olduklarını görmek beni çok eğlendiriyor.
Dün de Milliyet’te böyle eğlenceli bir şey okudum.
İstanbul’un eski Büyükşehir Belediye Başkanı Nurettin Sözen, İstanbul’a yapılacak gökdelenlerle ilgili fikirlerini açıklamış.
Kulelerin yapımının şehircilik açısından ne kadar yanlış olduğunu anlatıyor. İhale koşullarının nasıl olduğunu sorup ‘yolsuzluk’ imasında da bulunuyor.
Melih Aşık’ın köşesinde bu ilginç konuşmayı okurken aklıma şunlar geldi: İSKİ, Ergun Göknel, şehri bir kurt gibi kemiren gecekondu semtleri, o gecekondulara yol, su, elektrik, otobüs götürüp oy avlamayı düşünen bir siyasetçi... Ve İstanbul gibi sosyal demokrat geleneğe sahip bir kentin AKP’ye devrine yol açan bir başarı!
İstanbul’u sevmese gönül...
İSTANBUL’da yapılacak ‘ikiz burgu kule’nin, kentin ‘siluetini’ bozacağını ve ‘bu kente böyle kulelerin yakışmayacağını’ söyleyenler var.
En çok duyduğum sözlerden biri de şu: Dünyanın en güzel kentine böyle mimari yakışmıyor!
Önce çoğu kişinin pek hoşuna gitmeyecek bir soru sorayım: İstanbul’un ‘dünyanın en güzel şehri’ olduğunu kim biliyor? Eğer İstanbul ‘dünyanın en güzel şehri’ ise mesela Floransa’ya ne demeli?
Bu tür genellemelerin içi boş bir iddiadan ibaret olduğunu düşünüyorum.
Evet, bir akşamüstü Boğaz’a bakan tepelerdeki lüks lokantalardan birinin barında oturur ve kentin sadece bir bölümüne bakarak bir kadeh yuvarlarsanız bu iddiada bulunabilirsiniz.
Ya da bir sabaha karşı Aşiyan’da güneşin doğuşunu çakırkeyif seyrederken ağzınızdan böyle sözler dökülebilir. Hele gözünüzü kapattığınızda hayalinizde bir de güzel gözlü bir kız canlanıyorsa!
Ben de benzer durumlarda belki yüz kere aynı şeyi söylemişimdir, kuşkusuz.
Ancak işin acı gerçeği bu ki, İstanbul için olsa olsa şunu söyleyebiliriz: Dünyanın en güzel coğrafyasında kurulu bir kent!
Dünyanın en güzel yerinde, Boğaz’da kurulmuş ama sonra insan eliyle yok edilmiş bir yer.
Çünkü eğer İstanbul gibi bir ‘gecekondu kente’, dünyanın en güzel kenti derseniz, bu insan emeğine ve aklına yapılmış bir saygısızlıktan daha öteye anlam taşımaz.
Gerçekten dünyanın en güzel kentlerini kurmayı başaranlara karşı yapılmış bir saygısızlık olur bu!
Kent, belli bir mimari dokusu olan, dar bir alana sıkışmış kalabalıklar halinde yaşamanın dayattığı zorlukları kolayca aşma fırsatı veren ve belli düzen içinde yönetilen bir ‘organizmadır’ ve İstanbul’a bugünkü haliyle ‘kent’ demek de mümkün değildir, diye düşünüyorum.
İnsanların neredeyse yüzde doksanının ruhsatsız binalarda yaşadığı, her aklına esenin balkonunu kapatıp çatısına kat çıkabildiği, suları akmayan, kanalizasyonu olmayan, yollarından geçilip gidilemeyen bir kargaşa ortamına kent demek, hele ‘dünyanın en güzel kenti’ yakıştırması yapmak pek dürüst bir davranış olmaz.
Yapılacak iki kule ile ‘İstanbul siluetinin bozulacağını’ iddia edenlere de küçük bir İstanbul turu önerim var: Aşağıda yazacağım ‘parkur’da bir gezinti yapsınlar ve ‘siluet’ hakkındaki fikirlerini bir gözden geçirsinler.
Bebek’te, Göksu Evleri’ne karşı çay molası... Vapurla Kabataş iskelesine yaklaşırken Cihangir Ayassaşa sırtlarında üst üste binmiş evlere karşı sigara tüttürme... Uçakla Yeşilköy’e inerken camdan Bağcılar, Esenler, Habibler, Mahmutbey, Halkalı’nın sokaksız, ağaçsız çatılarını seyretme... Dolmabahçe’deki kahvelerde nargile tüttürürken Üsküdar’daki bina denizini seyretme... Ümraniye-Sultanbeyli hattında susuz, yolsuz nasıl yaşanabileceğinin örneklerinin sergilendiği açık antropolojik müzeyi gezme...
Bu ‘parkur’lara İstanbul’u birazcık bilen herkes yeni yerler kolayca ekleyebilir.
Bunlara bakıp da hálá ‘İstanbul dünyanın en güzel kentidir’ diyebiliyorsanız, önerim ilk karşılaşacağınız göz doktoruna bir görünmenizdir.