Paylaş
İsminin önündeki “Dame” unvanını, Kraliçe’den almış. Eskinin “şövalye” unvanına karşılık geliyor, ödüllendirilen erkek ise isminin önünde “Sir”, kadın ise isminin önünde “Dame” unvanını taşıyor.
Şövalye yazarın, “Matisse Öyküleri” isimli öykü kitabı geçenlerde yayınlandı. (Çeviren: Ayşe Nihal Akbulut, Can Yayınları.)
İsmi sizi yanıltmasın, kitapta Matisse’in kendisi yok. Ancak öyküler, onun resimleri etrafında cereyan ediyor.
Bu öykülerden biri “Medusa’nın ayak bilekleri” ismini taşıyor.
Bir kadın berberi olan Lucian, bir gün Charing Cros Road’da yürürken, bir dükkânda Matisse’in “Pembe Çıplak” isimli tablosunun röprodüksiyonunu görüyor ve onu alıp kuaför salonuna asıyor.
Bu resim, Matisse’in soyutlama ve basitleştirmeye doğru çıktığı yolculukta, önemli bir dönüm noktasına denk geliyor. Resimdeki kadın, Matisse’in ilham perisi, ömür boyu bakıcısı ve asistanı Lydia Delectorskaya’dan başkası değil.
Matisse, bu resmiyle temel çizgileri abartarak, kadınlığın düz bir sembolünü oluşturmayı hedeflemiş.
Öyküyü okurken, merak ettim ve internette bu resmi buldum.
Resimdeki kadının pembe tenine bakarken, bir gece önce Marquez’in “en çok sevdiğimiz romanı” olduğu konusunda arkadaşlarla fikir birliğine vardığımız “Benim Hüzünlü Orospularım”daki fahişeye bakıyormuşum gibi hissettim. (Çeviren: İnci Kut, Can Yayınları.)
Bir roman ya da öykü okuyan herkes, oradaki kahramanlar ile ilgili olarak kafasında bir imge yaratır.
Benim için, edebiyat uyarlaması filmlerin en büyük problemi de budur. Romanı okurken başka tipler hayal ederim, beyazperdedeki görüntü, kendi yarattığım imge ile örtüşmez, filmden bu nedenle soğurum.
Resme bakarken, kadının, romanı okurken kafamda yarattığım imge ile yüzde yüze varacak şekilde örtüştüğünü düşündüm.
“Büyük Gabo”, bu romanında, 90. yaş gününde kendisi için özel bir kutlama planlayan, sıradan bir gazetecinin yaşamının son doğum gününde kendisiyle hesaplaşmasını anlatıyor.
Yaşamı boyunca gerçek aşkı hiç tatmamış, yaşamı boyunca parasını ödemediği hiçbir kadınla sevişmemiş, sadece genelevlerde geçirdiği saatler içinde kendisi olabilmiş bir yaşlı adam.
Romanın kahramanı olan bu çirkin ve yaşlı adam 90. yaş gününde kendisine özel bir armağan vermek ister. Eskiden tanıdığı bir genelev patronundan kendisine bir “bakire” bulmasını ister.
Yaşlı adam her seferinde genç kızı uyurken seyretmek dışında bir şey yapmaz ve bu garip ilişkinin sonunda da o zamana kadar tatmadığı bir duyguyla tanışır: Aşk!
Ve yaşamının sonunu güzelleştirecek öğüdü de aynı genelev patronundan alır: Âşık olarak sevişme zevkini denemeden ölmeye kalkma sakın!
Sonunda bizim yaşlı gazeteci, yaşamının ikinci yüzyılının şafağında (yoksa birinci yüzyılının günbatımında mı demeliydim?) ilk kez kendi gerçeğiyle yüzleşir:
“Sonunda gerçek yaşam buydu işte, kalbim kurtulmuş, yüz yaşımdan sonra herhangi bir gün mutlu bir can çekişmesi içinde aşktan ölmeye mahkûm olmuştu!”
Kürşat Başar’ın yeni romanı “Yaz”ı, vitrinde görür görmez aldım. (Everest Yayınları)
Hem Kürşat’ı severim, arkadaşım, yıllarca birlikte çalıştık; hem de romanlarını severim.
Kürşat’ın bir tür biyografi de sayılabilecek bu romanında bir genç var. Birbiri ardına yaşadığı kayıplara rağmen hayata tutunmaya çalışan ve bir yaz mevsiminde de âşık olan bir genç.
Elele dergisi, temmuz sayısında bu romanı nedeniyle Kürşat ile bir söyleşi yapmış, “Yaz acılarını dindirecek kitap” başlığı ile yayımlanmış.
Romandaki gencin yaz aşkı nedeniyle çektiği acıya gönderme yapan bir başlık.
Bu başlığı görünce, Marquez’in ihtiyar kahramanı ile Kürşat’ın genç kahramanı arasındaki çelişki dikkatimi çekti. “Hangisi doğru” diye düşündüm.
Genç olanı “aşk acısıyla” baş etmeye çalışırken, ihtiyar olanı aşktan ölmeyi “mutlu bir can çekişmesi” olarak tanımlıyor.
Sanıyorum, olgunlaşmak böyle bir şey. Bu söylediğimin, sonsuz sanrılar içinde “aşk acısı” çeken gençlere çok şey ifade etmeyeceğini biliyorum.
Kendimi dinliyorum: Zamanında bana acı veren aşkları hiç yaşamamış olsaydım, bugün onun değerini gerçekten biliyor olabilir miydim?
O zaman buyurun, Sezen Aksu’yu dinleyelim:
“Ben bu yüzden hiç kimseden gidemem, gitmem / Unutamam, acı tatlı ne varsa hazinemdir / Acının insana kattığı değeri bilirim, küsemem / Acıdan geçmeyen şarkılar biraz eksiktir.”
Paylaş